Pia'nın Peşinde

PİA'NIN PEŞİNDE

"Pia"yı tanırmısınız?

Pia, Atilla İlhan'ın şiirinde bir mechulün adıdır.

Şair bir şehire geldiği vakit , Pia başka bir şehre gider hep...

O yüzden "Ne olur, kim olduğunu bilsem Pia'nın / ellerini bir tutsam, ölsem" de İlhan...

Üstada Mag'da "içindeki kadınlar"ı soruyorlar; şöyle diyor:

"Belki de o kadın aslında Pia... O hiç olmayan kadın... Aklımda kalanlar, imkansız aşkların kadınları... Yaşanmış aşklar kalmıyor. Bitiriyorsunuz karşılıklı... Hatırlanan askıda kalmış aşklar..."

***
Gülay Göktürk de Hüriyet'te Ayşe Arman'a "aşk"ı, "karşındakini tanımlamaktan, bilmezlikten kaynaklanan birduygu" diye tanımlıyordu:

"Aynı evde yaşayınca bilmeye, tanımaya başlıyorsun. Aşk da uçup gidiyor."

Ne garip değil mi?

Kadın ve erkek. Adem ile Havva'dan beridir o "yasak meyve"nin peşinde koşup durdular. Kim bilir kaç kuşaktır sabırla, özlemle, ümitle, ölesiye, birbirine kavuşacakları, bir yastığa baş koyacakları günü beklediler.

"Aşk-ı Memnu", gözünü vuslata dikti asırlarca...

Bu marazi tutku, şiirlerden, masallardan koca bir külliyat doğurdu.

Sonra...

Gün geldi; devir değişti. "Sevenleri ayıran zalimler" devrildi.

Eros, tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi.

Sevenler nihayet kavuştular.

Ve buluştukları anda aşk, uçarken bahar kokuları saçarak rengarenk parıldayan narin bir sabun köpüğü gibi sönüp dağıldı avuçlarında...

Anlaşıldı ki vuslat, aşkın miladı değil, celladıymış.

***
Yüzünü bile görmediği sevdalısı için dağlar delen Ferhat, asrımızda nihayet vuslata erince Şirin'e dönüp bakmaz, internet başından kalkmaz oldu.

Savdalısını bir kez görebilmek uğruna yıllarca pencerede bekleyen Leyla, evleneli beri, Mecnun'uı kafaya takmaz, merak edip cama çıkmaz oldu.

O zaman analaşıldı ki, aşk güçünü kıstırılmışlığından alıyor, karşılıksızlığından, naçarlığından besleniyor.

Aşıklar yakınlaştıkça, aşk uzaklaşıyor.

Nazım, "Sende ben uzaklığı, sende ben imkansızlığı seviyorum" diye yazmıştı sevdalısına... Çünkü Veysel'in dediği gibi, deryaya akan bir nehir, aslında deryaya değil, mütemadiyen ve hararetle ona doğru çağlamaya tutkundu.

Cazip olan, maksut mahalden ziyada; seyahatti bizatihi.

***
Aşk bir tahayyüldür.

Ebediyen müptelası olacağımız bir serap...

Dokununca dağılan bir kumdan kale...

Ben bu sırra ilk kez Metin Erksan'ın "Sevmek Zamanı"ında ermiştim. Duvarda fotoğrafını görüp vurulduğu kızın gerçeğiyle karşılaşınca dünyası yıkılan Boyacı Halil, sonunda kendi tahayyülünün hakikatin sıradanlığıyla aşınmasına izin vermemiş, kızı bırakıp sevdiği fotoğrafla göle açılmıştı.

Zor olan da budur zaten:

Aşkı her daim kendinde yaşatabilmek...

Bu anlamda aşk tek kişiliktir.

Bizim icadımızdır. Meçhule adanmışlığımız... gönüllü esaretimiz... bir muammanın peşinde tarumar olmayı göze alışımız...

İnsanoğlu birbirine varıp birbirini tükettiğinden beridir, ancak kafasındaki hayale tutunarak mutlu olabiliyor; her gördüğünde o hayalli arıyor, her sevdiğini o hayal sanıyor, her hayal kırıklığının kahredici keyfinden melankolik bir haz alıyor.

Ve yeniden Mecnun'a dönüyor.

Bugün "aşk devri"nden kalma bir sihirli lambayı umarsızca ovalayıp duruyorsak o yüzdendir...

Belki Pia ansızın çıkıp gelir diye...

Can DÜNDAR

 

0 yorum: