Hipotez

Bir kadin güçlü oldugu zaman (veya kadin gibi davranmadigi zaman) etrafindaki
erkeklerin kendilerini yeterince erkek hissetmemelerine sebep olur. Bunu
ortaokul yillarimda matematikten 10 aldigimda
siniftaki erkeklerin bana içten içe hayiflandiklarini farkettigimde iyice
anladim sanirim. Sonraki yillar kanit toplamakla geçti diyebilirim.Yani ben
tarihten cografyadan 10 alsam kimse bozulmuyordu da, matematikten
ve fizikten alinca niye bozuluyorlardi. Anladim ki soyut zeka diye anlatilan sey
erkeklere yakistirilan birseydi. Fazlasi ancak erkeklerde olurdu. Ayni kapsam
içine alinabilecek seyleri zamanla ögrendim. Örnegin, tamir yapabilmek,iyi araba
kullanmak, makinalardan ve karmasik elektronik seylerden anlamak, özellikle
sorunsuzca dar yerlere park edebilmek, espri yapabilmek, kaybolmadan-kimseye
sormadan yol bulabilmek, iyi raki içebilmek, çok içtigi halde geç sarhos olmak
hatta olmamak, soguk havalarda üsümemek gibi. Bunlari
yapabilen bir kizin ne kadar çok erkek arkadasi oldugunu, ama ne kadar az
sevgilisi oldugunu hiç düsündünüz mü? Bütün bunlar tanri tarafindan, erkekler
kadinlara yardim edebilsinler diye kadinlara az verilmis ya da verilmis olsa
bile, akilli kadinlar tarafindan kullanilmayarak körelmesi basariyla saglanmis
bir takim özellikler... Bakiniz kadinliga sonradan geçis yapanlara. En bartili
kadinlik rolünü onlar oynar.
Hangi kadin, Bülent Ersoy gibi elindeki yelpazeyi öyle zarifce sallayabilir ve
korunmaya sevgiye ihtiyaci varmis gibi görünür o cüssesiyle. Birazcik gözlemle
bulunabiliyor kadinligin temel taslari.

Bir erkege, kadin için ne kadar çok sey yapmasina izin verirseniz aslinda onu o
kadar mutlu etmis oluyorsunuz. "Ben olmasam bu kadincagiz nasil yasardi" diye
düsünmek anlamsiz bir keyif vermekte
erkeklere.. Hele çok genç kadinlarla birlikte olup onlara hayatin gerçeklerini
ögreten, koruyup gözeten "lolitacilari" daha iyi anliyorum artik.
Olay sadece"daha taze et" durumu degil. Daha az "kendi kendine yetme" ve daha
az "farkindalik" a duyulan istek bu? "Sevgilim ben yapamiyorum, sen benim için
yapar misin? demeyen bir kadini bir erkek ne
yapsin? Kendisine hiç ihtiyaci olmayan bir kadin, bir erkege nasil kendini
"çok erkek!" hissettirebilir? Erkeklerin ruhunda varolan, koruyup gözetme,
yardimci olma, üstün olma gibi konularda, onlara bunu
gösterecegi zemini hazirlamak lazim elbette. Kavanoz kapaklarini açamayip,
onlarin fiziksel gücünü abartabiliriz mesela. Açinca da hayran kalip "Ben
yarim saattir ugrasiyordum bak ellerim kipkirmizi oldu, ama yine de açamadim"
demekde ise yarar sanirim. Yarismalardaki sorulari ondan önce bilmekde
epey büyük ahmaklik olur. Birakalim onlar bilsin, basarinin tadini çikarmak
yerine gurur duymanin tadini çikaralim. Arabayi yanastiramayip; "Birtanem sen
park edermisin?" demeliyiz ve arabaya söyle
bir bakip, Ben ölsem böyle park edemezdim! diye de eklenebilir. Bir erkekten
size birsey ögretmesini istediniz mi hiç. Nasil da hoslarina gider. Küçük
saskin ögrencisi olmanizi aslinda nasil da istiyorlar.
Ceketini verebilmesi için üsümek de iyi olur bence. Kimbilir kaç ergen bunun
hayalini kurmustur. Ayrica belirtmeye gerek yok, kucagina alip bizi havalarda
kus gibi uçurabilmesi için hafif olmak lazim.
Arada bir harçlik istemek nasil olur dersiniz. Söyle en sevimli sestonuyla
(Kendi maasimiz olsa ve ihtiyacimiz olmasa bile)? Param bitti seker,bana
birazcik verirmisin? diyerek içindeki babalik
costurulabilir.Gururla parayi verdiginde de ödül:sirin sirin bakmak ve sarilip
öpmek tabii. Bu ve buna benzer hareketlerle operasyona devam edilebilir. Bir
kac seans sonunda "halis muhlis kadin" olunacagina
inaniyorum.

Dogrular bunlar mi bilmiyorum ama, bunlari yapan ve salak sandigim bir çok
kadin ve partneri daha mutlu. Ayrica bunlari nereden ögreniyorlar onu da
bilmiyorum. Anneleri mi ögütlüyor, yillarin tecrübesiyle dogustan mi bilerek
geliyorlar, yaparken bile bile mi yapiyorlar, icgüdüsel mi? diye daha bir sürü
soru var aklimda. Ayrica ben niye bu kadar geç farkettim diye de hayiflanip
duruyorum. Uzun lafin kisasi, bir kadin
kadin gibi düsünmüyorsa kadin olmanin tadini cikaramiyorsa karsisindaki
erkekde erkek olmanin tadina varamiyor. "yok efendim ben kendine yeten güclü
kadinlari seviyorum" diyenleriniz çikacaktir. Bununda
altinda yatan, "bu kadar güclü kadin benle beraber olduguna göre eksik -zayif
oldugu konuda yaninda olmam icin digerlerinin arasindan beni secti"
böbürlenmesidir ve yukarida anlatilanlara karsi tez
degildir. Zaten erkek komplekslerinin ne oldugu bilinirse, kadinlar kendilerini
"daha kadin" yapacak faaliyet planini cikaracaklardir. Baslangic duzeyindeki
arkadaslara tavsiyemiz en klise erkek komplekslerini gorebilecekleri James Bond
filmleridir. Herbiri bu acidan seyretmeye degerdir. Sizce kadinlik sonradan
ogrenilebilir mi? Cok zor görünmüyor degil mi?

NOT: Yazari bilinmiyor ama tecrübeli bir kadin oldugu kesin...

0 yorum  

Türkiye'nin sola ihtiyacı var mı?

Bundan beş hafta önce (25 Kasım) 'Solculuğun tedavisi mümkün müdür?' başlıklı bir yazı yayımladım. Aslında o yazı, hemen o 24 Kasım günü yazılıp sayfaya konmadı, neredeyse bir hafta önce kaleme alındı.
Yazıyı ilk okuyan, Radikal İki'nin Yayın Yönetmeni Tuğrul Eryılmaz oldu. İkinci okuyan ise Murat Çelikkan. Her ikisine de yazıyla ilgili fikirlerini sordum. Tuğrul'un fikirlerini burada ifşa etmeyeceğim ama Murat'ınkilerin bir bölümünü söyleyebilirim:
"Önemli bir boşluğu var yazının" dedi Murat, "İktidar meselesine hiç değinmemişsin."
Bilerek değinmemiştim. Yazıda, neye karşı olduğunu bile düşünmeden-bilmeden peşinen muhalif olmayı eleştiriyordum. Ama hayatta duruş olarak muhalif olmayı seçmeyi es geçiyordum. Çünkü o duruş, bence solculukla uzaktan akrabalık bağları olsa da, son tahlilde solculuk değildir.
Her çeşit iktidarı eleştirmek, aydın olmanın yegâne tanımı değilse de, aydın duruşunun çok önemli bir tamamlayıcı parçası. Bu tür aydınlara bir örnek vermem gerekirse, ilk aklıma gelen isim Noam Chomsky.
Ancak unutulmaması gereken şey, bu aydın tutumunun bütün iktidar biçimlerine karşı eleştirel olduğudur. İster sağ ister sol olsun, bütün iktidarlar tanım olarak kötüdür, insanları köleleştirmek için vardır. Bu aydın duruşu bir siyasi akım da değildir ve olamaz.
Kısacası, bu aydın duruşunun solculukla karıştırılmaması gerekiyor. Solculuk, nihayetinde bir siyasi akımdır ve doğası gereği iktidara taliptir ya da bir gün iktidara gelmeyi umar. Bu anlamıyla solcular, var olan iktidara karşı çıkarken, bir gün kendileri iktidara gelince neyi yapacaklarını veya yapmayacaklarını da söylemiş olurlar.
Ve unutmayın, 'Bir gün iktidara geleceğim' demek, 'Bir gün ben de kazanacağım' demektir.
Ancak Türkiye'de solcuların (bütün o geniş yelpazenin) iktidarı gerçekten isteyip istemediğine dair ciddi şüphelerim var. Bilmiyorum yanlış bir akıl yürütme mi yapıyorum ama bir gün iktidara gelmeyi gerçekten isteyen, dönüp kendisini de bir sorgular, 'Ben acaba nerede yanlış yapmış olabilirim' der, geçmiş hatalarından ders çıkarmaya çalışır. Oysa bu hesaplaşmayı maalesef göremiyorum.
İşte bu yüzden, (CHP ve DSP dahil)
Türkiye'de solun diğerleriyle arasındaki üslup farkları dışında bize ne dediğini bilmiyoruz, bize nasıl bir mutluluk vaat ettiğini bilmiyoruz, bizi nereden alıp nereye götüreceğini bilmiyoruz.
Bu söylediklerimin doğal bir uzantısı olarak, Türkiye'nin sol siyasi akımları artık taraftarlarının ve kitlelerinin kim olduğunu da bilmiyorlar.
1994 yerel seçiminde Refah ezici galibiyetini diğer sağ partilere karşı değil o zamanın SHP'sine karşı aldı. Son seçimde SHP-CHP'nin oyları, İstanbul'un ve Ankara'nın zengin semtlerinden geldi.
Bu parti, doğal oy tabanı olması gereken varoşları ve işçi mahallelerini kaybedeli çok olmuştu. Aynı oy depolarını yeniden kazanmak istediklerine dair pek bir belirti de yok ortada.
* * *
Evet doğru, Türkiye'nin sola ihtiyacı var.
Ama bu bir temenni. Türkiye, sol düşüncenin
her renginde gerçekten azımsanmayacak genişlikte ve derinlikte bilgili, yetişmiş insan gücüne sahip.
Ama bu güç, türlü çeşitli nedenlerle paramparça olmuş durumda. Küslükler, geçmişten gelen kişisel çekişmeler, ilkeler yerine kişiliklerle siyaset yapma alışkanlığı o kadar uzun zamandan beri devam ediyor ki, zaten Türkiye'de öyle tarihe uzanan derin kökleri olmayan bu önemli siyasi akımı marjinalize olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor.
Kabul, özellikle son on yılda dünya solunda ve Türkiye'de çok önemli siyasi tartışmalar oldu. Ancak görebildiğim kadarıyla ulusalcılık-küreselcilik bağlamındaki tartışmalardan en fazla yaralı çıkanı Türkiye solu oldu, bir kez daha bölündü.
Mızmızlanma, kaybeden olmaya kendini şartlama sadece Türkiye'ye özgü şeyler değil. Ama görebildiğim kadarıyla Türkiye'de solun neredeyse tamamında bu kötü alışkanlık akut hale gelmiş durumda.
Evet, doğru: Türkiye'nin sola ihtiyacı var. Tamam da nasıl bir sola?

İsmet Berkan

0 yorum  

Solcular neden hiç yanılmazlar?

Karşıma geçip, "Annen-baban sana ne öğretti, tek bir şey söyle" deseniz, herhalde tereddüt etmeden şunu söylerim: Bana şüpheci olmayı öğrettiler, onlara minnettarım.
Bu köşeyi özellikle pazar günleri sık sık takip edenler içlerinden 'Bu adam neden her pazar kafamızı matematikle, kuvantum fiziğiyle dolduruyor' sorusunu geçiriyor olabilir.
Bu konular benim düşünme metodolojimi çocukluğumdan beri birebir etkileyen konular. Kuvantum fiziğinin temel çıkarımlarından biri olan Heisenberg'in belirlenemezlik (indeterminizm) prensibi, bana göre sadece parçacık fiziğine değil yaşadığımız evrene ve hayata ilişkin en temel bilgimiz.
O yüzden, deterministik olan, yani her şeyin önceden belirlenebilir, kestirilebilir olduğuna ilişkin her çeşit görüş beni tedirgin eder.
Felsefi anlamda determinizm 19. yüzyılın sonunda ölmüş, 20. yüzyılda da toprağa verilmiştir. Örneğin Marksizm ve onun bütün versiyonları (Leninizm, Maoizm vs.) temelde deterministik görüşlere dayanırlar. (Böyle olmasaydı bir komedi şaheseri olan
'Felsefenin Temel İlkeleri' yazılabilir miydi?) İşte o yüzden, uzun yıllarımı Marx, Engels, Lenin okumaya ayırmış olmama rağmen hayatımın hiçbir anında kendimi Marksist olarak tanımlamadım.
Dini inançları olan birisi de değilim. Son kertede Budizm dahil bütün dinler de deterministik bir sistemi önerirler. 'Bu dünyadaki hayat geçicidir, eğer iyi bir dindar olursan ahrette yerin cennettir', cümlesi bütün dinlerin ortak cümlesidir.


Şimdi gelelim konumuza...
'Bir zamanlar kendimi solcu olarak tanımladım' cümlesini mefhumu muhalifinden okuma yetkisini kimseye vermedim. Bu cümleyi tersinden okumanın tek sonucu 'Solcu değilim, artık döneğim' değildir. Merak eden varsa bana da sorabilirdi, şimdi söylüyorum: Epey uzun bir zamandan beri kendimi 'şüpheci' olarak tanımlıyorum.
İnançlı olmanın rahatlatıcı, huzur verici taraflarını görmüyor değilim.
Bu sayede en azından herhangi bir şeyden şüphe etme zahmetinden kurtulur insan. Elinizde bir şablon vardır, o şablona göre her durumdan bir vazife çıkarmak mümkündür, siz de onu yaparsınız, kafanız rahat olur.
Bilgi peşinde koşmanıza da gerek yoktur, çünkü zaten her konuda bir fikriniz vardır. Kazara ulaştığınız bilgiler sizin fikrinizle çelişiyorsa, onun da bir açıklaması kolayca yapılır. (Komplo teorileri ne güne duruyor: Egemen sınıflar bilgiyi manipüle ediyor.)
Bilgi sahibi olmanıza, bırakın bilgiyi
'solcu' kelimesinin nereden geldiğini (İngiliz parlamentosundan değil Fransız Devrimi sonrası parlamentodan gelir solcu kelimesi) bile bilmenize gerek yoktur. Hatta karşı çıkış noktanızı bulduktan sonra karşınıza aldığınız kişinin ne dediğini anlamaya çalışmanıza da ihtiyaç yoktur. Okumadığınız ya da okuduğunuzu anlamaya gayret etmediğiniz için kolayca zannedersiniz
ki yazar muhalif olmaya muhalif (ne cümle ama). Bu zanna kapıldıktan sonra gerisi kolaydır, Kopernik de sizden yanadır, Galile de...
Alınanlar çok çıktı, çıkmaya da devam edebilir ama ısrarla kelimeyi en geniş anlamıyla kullanıyorum, bizde solcuların muhafazakârlık konusunda dincilerle yarışmasının ve zaman zaman onları geride bırakmasının nedenleri var. Bu nedenlerin başında, solcuların kendilerinden, düşüncelerinden, eylemlerinden hiçbir zaman şüpheye düşmemesi geliyor. Kendilerini haklı çıkarmanın bir yolunu hep bulurlar onlar.
Bütün deterministik inanç sistemleri aslında
bir paket halinde gelirler. Solcular açısından o paket, 'kaybeden kültürü'nü de içerir maalesef. Hayata 1-0 mağlup başladıklarına inanır, başladıkları her mücadeleye bu ruh hali içinde girerler ve sonunda da kaybederler.
Tedavi edilmesi gereken şey tam olarak budur işte: Mağlubiyeti peşinen kabullenmiş olmanın ruhlarda yarattığı hasar. Mazlumdan yana olmak değil tedavi edilmesi gereken, kendini sürekli mazlum hissetmek. Anlatabildim mi?
Ama bunun için de önce tedaviyi kabul etmeye hazır olmak gerekir, kendinden ve fikirlerinden arada bir şüpheye düşmek gerekir.
Geçen hafta yazmaya çalıştım, yeterince anlaşılamamış, tekrar edeceğim: Muhalif olma kavramının içini bile boşaltırlar, çünkü mantıkları ve bilgileriyle değil duygularıyla
muhalif olurlar. Karşı çıkmak için karşıdırlar, o yüzden hep bağımlı değişken olurlar. "Yahu bu sefer de iyi bir şey yapıyorlar galiba" demezler, diyemezler, çünkü diğer tarafın ne yapmakta olduğunu merak bile etmeden karşı çıkmışlardır zaten.
Muhalif olmanın kendi başına bir erdem olduğuna inanırlar çünkü. Güce sahip olmakla ona karşı çıkmanın aynı madalyonun iki yüzü gibi olduğunu söyleseniz size yağdıracakları küfrün haddi hesabı tutulamaz.
Sinizm en büyük silahlarıdır. Bu sayede eleştiriyi dünyanın en kolay işi haline getirmeyi de başarmışlardır. O sığınaktan sağa sola havan mermileri atarlar, gerilla savaşı yaparlar. Sizin söyledikleriniz, söyleyecekleriniz onlara dokunmaz bile, üstlerinden seker gider.
Klişelerle konuşmak, düşünme zahmetine bile katlanmamak gerçekten en kolayıdır. "Ben dünyanın ezilmişlerinden yanayım ya sen nesin" derler bağıra bağıra.
* * *
Haftaya bu ruh halini ve bu halin Türkiye'ye ettiği kötülükleri konuşmaya devam edeceğim.

İsmet Berkan

0 yorum  

Solculuğun tedavisi mümkün müdür?

Solculuğun tedavisi mümkün müdür?

İsmet Berkan

Bu işe Bülent Ortaçgil'i karıştırmak istemezdim ama ne yapayım ki bu yazıyı yazma düşüncesi onun bir şarkısını dinlerken aklıma düştü. Şebnem Ferah, Ortaçgil'in şarkısını söylüyor ben de sıkışık trafikte sağa sola bakarak vakit geçiriyordum: "Ve sen, ben, değirmenlere karşı / Bile bile, birer yitik savaşçı / Akarız dereler gibi, denizlere."
Nakarat, âdet olduğu üzre dilime takıldı. Önceleri kelimeler anlamlarından soyutlanmış, sadece müzikti. Sonra sonra bu üç dizenin anlamına aydım.
'Solculuk' çok geniş bir kavram. Hele Türkiye'de iyice geniş. Hümanistlerden tutun da basitçe eşitlik peşinde koşanlara, mazlumları savunanlardan sosyal demokratlara,
'sosyalistim' diyenlerden komünistlere kadar neredeyse herkesi kapsıyor.
İşte bu geniş anlamıyla solculuk, hayatının bir döneminde kendini 'solcu' olarak da tanımlamış olan bana, birden tedavisi mümkün olmayan bir hastalık gibi gözüktü.
Bundan on yıl kadar önceydi. Ciddiyetiyle tanınan bir Amerikan dergisinde yayımlanmış bir makalenin fotokopisi geçti elime. Makalenin başlığı 'Victim culture'dı, yani 'Kurban kültürü.'
Nedir 'kurban kültürü'? Basitçe, beceremediğimiz işlerde beceriksizliğin sorumluluğunu kendi üstümüze almamamız, onun yerine mazeretler üretmemiz. O yüzden, belki kavramın Türkçesi olarak 'mazeret kültürü'nü kullanmak daha doğru.
Bu kültür, 'Akşam elektrikler kesikti, ders çalışamadım'dan başlıyor, 'Yabancılar Türkiye'yi batırmak için spekülatif döviz alımı yapınca ekonomik krize girdik'e kadar uzanıyor.
Gündelik hayatınızı, kendinizi gözleyin. Hepimiz bu kültürden nasibimizi almış durumdayız. Daha doğrusu hayatımızı bu kültürün içinde yaşıyoruz.
Sağcı, solcu ya da futbolcu olsun bütün Türk milletinin başına sarılmış bir bela olan 'mazeret kültürü'nün bir de solculara özgü versiyonu var: Kaybeden kültürü. ('Loser culture'a daha iyi karşılık önerilerine açığım.)
Solcular, dünyaya kazanmak için değil kaybetmek için geldiklerine inanırlar. Özellikle de Türkiye'de. 'Mazlum' olmak, ezilmiş olmak, kaybeden olmak, tutunamamak, gerçek solculuğun nişanesi gibidir.
Hepimiz çocukluğumuzdan başlayarak kaybedenlerin yanında olmadık mı? Sorarım size, 1974 Dünya Kupası finalinde Hollanda'ya karşı Almanya'yı tutan kaç kişi vardırki bu topraklarda? 1978 finalinde diktatörlükle yönetilen Arjantin'le bir önceki kupanın 'kaybedeni' Hollanda arasında hangisini seçtik desteklemek için?
Aramızdan pek çoğumuz Tito'ya karşı Djilas'ı, Stalin'e karşı Troçki'yi, Marksizm-Leninizmin de ötesinde, duygusal nedenlerle kendine daha yakın, daha sempatik bulmadı mı? (Hayır, Stalin ve Tito, Troçki ve Djilas'tan daha iyiydi demek istemiyorum, sadece tercihlerimizin ardındaki nedenleri sorguluyorum.)
Televizyonda 'Zengin ve Yoksul'u izlerken hepimizin gerçek sevgilisi Nick Nolte'nin canlandırdığı serseri, adam olamamış kardeş değil miydi? O öldüğünde çoğumuz yasa bürünmedik mi? Kaç kişi seviyordu, hatalarından dersler çıkartan, özündeki iyi insanı nihayet bulan Rudi Cordeş'i?
Her zaman çok satan kitaplardansa az satanlarının, gişe rekorları kıranlardansa kenarda köşede kalmış filmlerin daha iyi, onların yazar ve yönetmenlerinin daha
'soylu' olduğuna dair gizli bir fikri içimizde taşımadık mı?
Ama kafamız en çok yetişkinliğimizde, iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçildikten sonra karışmadı mı? Şimdi neye karşı olacaktık, neyden yana olacaktık?
Bu kafa karışıklığı içinde, sırf işin içinde Amerikalılar var diye bazılarımız işi Slobodan Miloşeviç'i savunmaya kadar vardırmadı mı?
Semih Kaplanoğlu'nun filmi 'Herkes Kendi Evinde'nin bir yerinde, yıllarını Sovyetler Birliği'nde geçirmiş Erol Keskin Türkiye'ye gelince bir eski tüfek arkadaşıyla buluşur. İki ihtiyar, Meksika'daki Subcomandante Marcos ile Seatlle'daki anti küreselcilerin hâlâ bayrağı taşıdığından dem vururlar.
Anti küresel hareketler, çevreciler, doğa savaşçıları gerçekten solculuğun son sığınakları mı?
Tamam da, mesela Seatlle'da, Dünya Ticaret Örgütü'nü protesto edenler arasında Amerikan tekstil işçileri de vardı. İşlerini üçüncü dünya ülkelerinin (yani gerçek mazlumların) işçilerine kaptırmamak için eylemdeydi onlar. Mal ve hizmetlerin küreselleşmesinin emeğin de küreselleşmesi anlamına gelebileceğini fark etmiş, koruma duvarları istiyorlardı. Peki ama solculuk aynı zamanda enternasyonalizm değil midir?
Çevreciler anlaşılır nedenlerle nükleer santrallara karşı. Termik santrallara zaten karşılar. Ve benim anlamadığım nedenlerle barajlara da karşı çıkıyorlar. Peki elektriği nasıl üreteceğiz? Şimdi sıkı durun: Bazı çevreciler rüzgâr santrallarına da karşı, çünkü bu santralların gürültü kirliliği yaptığına, ekolojik dengeyi bozduğuna inanıyorlar.
Hayatta hep muhalif olmak, muhalif kalmak mümkün mü? 'Tedavisi mümkün olmayan' hastalık tam da bu. Peşinen kaybetmek, şartlar ne olursa olsun muhalefeti seçmek, azınlığı seçmek.
Elbette insan fikirleri için gerekirse azınlıkta kalır, muhalif olur. Benim sözünü ettiğim bu değil. Sözünü ettiğim, bir kural olarak muhalif olmak. Karşı olmak. Neye karşı olduğunu önemsemeden, durup bir dakika düşünmeden karşı olmak.
Yani kendini peşinen, daha 'bu yaka'nın ne olduğu bile belli olmadan 'karşıda' tanımlamak.
Bu hal, kabul edelim ki, mantığımızdan çok duygularımızın bizi sürüklediği bir hal.
Bu yazıya yansıtmaya çalıştığım hislere ilk olarak 1986 yılında Sosyaldemokrat Halkçı Parti, bedelli askerlikle ilgili çıkartılmak istenen yasaya karşı çıktığında kapılmıştım.
SHP, "Parası olmayanlar ne olacak?" diyordu, "Bunu ödeyemeyecek olanlar ne olacak?" Ve bu haklı soruları sorduktan sonra da yasanın iptalini istiyordu, parası olmayanlara imkân yaratacak olanakları araştırmaya hiç kalkışmadan. Refahta değil sefalette eşitlik istiyordu SHP.
SHP muhalefet yapmak için kurulmuş bir partiydi. Varlık nedeni karşı olmasıydı.
İktidarda bocalamaları bundandı. İktidar, sonlarını getirdi. Onları hayat boyu muhalif kalmaları için binbir parçaya böldü.
Şu yüzde 0.8'lik Özgürlük ve Demokrasi Partisi'ne bir bakın. Sözde artık terörü ve iktidara devrimle gelmeyi reddetmiş bütün eski sosyalist fraksiyonların koalisyonu olarak kurulmuştu. Bugün binbir parça. Çünkü her parçası bir diğerine karşı.
Karşı olmak, peşinen kaybetmek, ben dahil pek çok kişinin çocukluğundan beri çektiği müzmin bir rahatsızlık.
Ve galiba gerçekten tedavisi de yok bunun. Haftaya devam edeceğim

0 yorum  

Tahrif ve Tahrip-2

TAHRİF VE TAHRİP EDİLİYOR HAYATLARIMIZ-7
Mahmut AYAZ
" Ezenlerin elindeki en güçlü silah, ezilenlerin aklıdır." Steven Bico

Bir kez daha geldim işte... sana ve senin soluğunu kirleten bu dört mevsimi de aynı olan ve hep kan kaybeden kente. Bu kentte insana ilişkin, insanal olan her şeyin yasak olduğunu, bedelini çok ağır ödeyerek öğrendim artık. Bu kentte suskunluk hep yenilgi sayılıyor, konuşmalarsa hep kanıyor gizlice. Kanamalı bir kent bu; özlemlerini neon ışıklı gecelerinde boğarak, acılarını gizli gizli ah çekerek kanatan, kan kaybından can çekişen zavallı bir kent. Kimliğime sürgün damgasını vuran, sevgileri gizli bir nefret olarak yaşatan bu yasaklar ve yavşaklar kentidir. Ve ben bir kez daha geldim işte bu yıkımlar, bu yıkıntılar kentine. Evet, bu kente dönmekle suçluyum. Gaflet, dalalet ve kendime en büyük hiyanet içindeyim. Ama ben aslında bu kente gelmedim ki; bu kentin ikiyüzlü uğultusuna gömdüğüm anılarımın mezarını görmeğe geldim. Umutsuzluğun depremiyle bir enkaza dönüşen bu kentin yıkıntılarının altında kalan umutlarımı kutsamaya geldim. "Anılar, kocamış beyinlerin koltuk değnekleridir" demiyor muydu şair. Anılar, insanı ayakta tutan umutlar ve özlemler değil midir? Umutsuzluğun ortasında yaşantılar birer intihar manifestosuyken, anılar, çocukluğumun masum ve mavi göğüne coşkuyla kanat çırpan kuşlar ve tertemiz umutlarımdır.

Anılar, umutsuzluğun karanlığında gizli gizli ışıyan güzel bir umut değil midir Arkadaşım?

***

"Gülemiyorsun ya, gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir" demişti şair, "Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi" demişti ve böyle diye diye ölmüştü. O, o zaman bir kez ölmüştü, bizse her gün ölüyoruz. O güzel ütopyamızdan uzaklaşıp, hayata yaklaştıkça ölüyoruz. Hayat yakışmıyor ütopyamıza. O ütopya ki nice hayatlara, ne hayatlara yakışır, yakıştırılmalıdır. Çürümüşlüğün ortasında tarihi kirletilmiş, hayatları körletilmiş bir insan yığınıyız.

Hep "bu kent ve yalnızlık" diyorum. Ama diğer kentler, özellikle metropol kentler, hatta tüm Türkiye çok mu farklı sanki Arkadaşım?

Herkesin birbirinden yarasını gizlediği, kimsenin kimseyle hiçbir şeyini paylaşmadığı bir tragedyalar ülkesi burası. Soytarıların şair yaftasıyla duygu tacirliği yaptığı bir ülkede hayat, gerçek şairlere yakışmaz Arkadaşım. Utançan ve acıdan ısırarak dudaklarını kanatan, yağmalanmış ve yıkık hayatları güzelleştiren şairler bir kasırga gibi susar, başarısız bir ihtilal gibi kanayarak çekilirler hayattan sessizce. Şairlerin yaralanarak kan kaybından her gün gizlice öldüğü bir ülkede yaşamak, yaşamak mıdır Arkadaşım?

***

Bu ülkenin insanları, megaköy olan metropollerde süslü vitrinler ve şehvet kokan loş barlarla doldurmaya çalışırlar içlerindeki boşlukları. Kırsalda ise tütün, çay, pamuk, fındık taban fiyatları ya da her türlü destekleme alım fiyatları ve sevmeden evlendirildikleri "öküzlerinden sonra gelen" eşleriyle sadece yatakta vukuu bulan birkaç dakikalık aşksız cinsel ilişkileridir tek mutlulukları.

Bu ülkenin insanlarının ömürleri talan edilmiş, mutlulukları çalınmıştır. Bu yüzden gülüşleri yaralıdır. Bu yüzden, her geçen gün daha çok tükettikleri alkolün ve sigaranın temelinde, gizli bir hüzün vardır. Ömürlerini talan edenlere yıllarca oy vererek ve ağır bedeller ödeyerek acı deneyimler kazanırlar.

Devlet, ideolojik aygıtları aracılığıyla bu insanlara şırınga ettiği çarpık bilinç sayesinde, ideolojik hegemonyasını ömürler boyu sürdürür. Bu ülkenin insanları, ağır bedeller ödeyerek acı deneyimler ve ömürler boyunca kazanılmış birikimlerle milatlar yazarlar. Zamanı gelince, tarihin akışını tulumlu, kanlı başkaldırılarla sarsarak, yarım kalmış şarkılarını, yaşanmamış aşklarını mutluluktan çoğala çoğala güzel bir milat olarak düşerler tarihin defterine. Alaşafaklarda kan ve zulüm süzgecinden geçerek, değişmez sanılan kaderlerini bir fiskeyle yıkar, kendi geleceklerini kendileri tayin ederler. Yüzyılların sessizliğine gömülen özlem; sevgi, barış, özgürlük türküleriyle yazılır tarihe. Onlar ki horlanmışlık, aşağılanmışlık, dışlanmışlık ve ezilmişliklerinden başka kaybedecek birşeyleri olmayanlar, onlar ki dağları delenler, yeraltına inenler, yolları, köprüleri yapanlar, tüm maddi ve manevi zenginlikleri üreten ve bunlardan yoksun olanlardır. Onlar ki ağız dolusu gülenler ve gizli gizli ağlayanlardır. Onlar ki üreten ve yaratanlardır, tarihin sayfalarında yalnız onların destanları vardır.

***

Biliyor musun, benim için hüzün olan yüzün yok artık. Başkalarının olan yüzünü gözlerime yasakladım artık. Kırık dökük sözcüklerim, buruk gülüşlerim, yüreğinin tellerini incitmeden dokundurmak istediğim veda şifresiydi Arkadaşım! Eski sesimizi çoktan yitirmişiz; sesimiz bile sesimize yabancı! Adlarımızın anlamını bile yitirdik Arkadaşım, kendi kendimizi onaramadan.. Bütün ölülerimi bu kentte gömerek, özlemlerimi gözbebeklerine gömerek ve yaralarımı herkesten saklayarak, yüzümü bir utançtan kaçırır gibi gizlice alıp kaçtım, bu kenti acılar içinde bırakarak.

Yüreğim arkadan vurulan yaralı bir ömür. Ömrüm haczedilen bir yaşanmamışlık, kederli ve korkunç bir suskunluk, sesini arayan bir yalnızlık. Ömrüm yüreğimden, yüreğim sevgiden şikayetçi. Sevgiyse vefasızlıktan, sadakatsizlikten, bencillikten şikayetçi. Her şeyin aniden başlayıp, aniden bittiği, her şeyin eksik, yarım ve üstelik yanlış yaşandığı bu çoğulcu demokratik ve özerk cumhuriyette nereye baksam keder, nereye yürüsem yalnızlık, nereye gülsem sessiz bir ölüm! Hukuk devletinin, hür parlamenter rejimin ve demokratik ve laik (!) cumhuriyetin ağırlığı altında utançla eziliyorum. Böyle bir cumhuriyetin vatandaşlığından istifa etme hakkım bile yok!.Ancak ve ancak onlar istedikleri zaman bizi vatandaşlıktan çıkarma haklarına sahipler! Bu hakkı onlara kim vermiş Arkadaşım? Anamın dediği gibi, "Kürt çalır, garaçı (çingene) oynuyur." Kendileri çalıp, kendileri oynuyorlar. Bu kutsal topraklar üzerinde kuşlar gibi olamıyor ve de istifa da edemiyorsak, yaralı kuşlar gibi düşlerimizi ömrümüze, ömrümüzü haczedilmiş gülüşlerimize vuralım Arkadaşım. Yaralı ömürlerimizi şanlı devrimlere verelim Arkadaşım.

0 yorum  

Tahrif ve Tahrip

Mahmut AYAZ
" Ezenlerin elindeki en güçlü silah, ezilenlerin aklıdır." Steven Bico

Bir kez daha geldim işte... sana ve senin soluğunu kirleten bu dört mevsimi de aynı olan ve hep kan kaybeden kente. Bu kentte insana ilişkin, insanal olan her şeyin yasak olduğunu, bedelini çok ağır ödeyerek öğrendim artık. Bu kentte suskunluk hep yenilgi sayılıyor, konuşmalarsa hep kanıyor gizlice. Kanamalı bir kent bu; özlemlerini neon ışıklı gecelerinde boğarak, acılarını gizli gizli ah çekerek kanatan, kan kaybından can çekişen zavallı bir kent. Kimliğime sürgün damgasını vuran, sevgileri gizli bir nefret olarak yaşatan bu yasaklar ve yavşaklar kentidir. Ve ben bir kez daha geldim işte bu yıkımlar, bu yıkıntılar kentine. Evet, bu kente dönmekle suçluyum. Gaflet, dalalet ve kendime en büyük hiyanet içindeyim. Ama ben aslında bu kente gelmedim ki; bu kentin ikiyüzlü uğultusuna gömdüğüm anılarımın mezarını görmeğe geldim. Umutsuzluğun depremiyle bir enkaza dönüşen bu kentin yıkıntılarının altında kalan umutlarımı kutsamaya geldim. "Anılar, kocamış beyinlerin koltuk değnekleridir" demiyor muydu şair. Anılar, insanı ayakta tutan umutlar ve özlemler değil midir? Umutsuzluğun ortasında yaşantılar birer intihar manifestosuyken, anılar, çocukluğumun masum ve mavi göğüne coşkuyla kanat çırpan kuşlar ve tertemiz umutlarımdır.

Anılar, umutsuzluğun karanlığında gizli gizli ışıyan güzel bir umut değil midir Arkadaşım?

***

"Gülemiyorsun ya, gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir" demişti şair, "Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi" demişti ve böyle diye diye ölmüştü. O, o zaman bir kez ölmüştü, bizse her gün ölüyoruz. O güzel ütopyamızdan uzaklaşıp, hayata yaklaştıkça ölüyoruz. Hayat yakışmıyor ütopyamıza. O ütopya ki nice hayatlara, ne hayatlara yakışır, yakıştırılmalıdır. Çürümüşlüğün ortasında tarihi kirletilmiş, hayatları körletilmiş bir insan yığınıyız.

Hep "bu kent ve yalnızlık" diyorum. Ama diğer kentler, özellikle metropol kentler, hatta tüm Türkiye çok mu farklı sanki Arkadaşım?

Herkesin birbirinden yarasını gizlediği, kimsenin kimseyle hiçbir şeyini paylaşmadığı bir tragedyalar ülkesi burası. Soytarıların şair yaftasıyla duygu tacirliği yaptığı bir ülkede hayat, gerçek şairlere yakışmaz Arkadaşım. Utançan ve acıdan ısırarak dudaklarını kanatan, yağmalanmış ve yıkık hayatları güzelleştiren şairler bir kasırga gibi susar, başarısız bir ihtilal gibi kanayarak çekilirler hayattan sessizce. Şairlerin yaralanarak kan kaybından her gün gizlice öldüğü bir ülkede yaşamak, yaşamak mıdır Arkadaşım?

***

Bu ülkenin insanları, megaköy olan metropollerde süslü vitrinler ve şehvet kokan loş barlarla doldurmaya çalışırlar içlerindeki boşlukları. Kırsalda ise tütün, çay, pamuk, fındık taban fiyatları ya da her türlü destekleme alım fiyatları ve sevmeden evlendirildikleri "öküzlerinden sonra gelen" eşleriyle sadece yatakta vukuu bulan birkaç dakikalık aşksız cinsel ilişkileridir tek mutlulukları.

Bu ülkenin insanlarının ömürleri talan edilmiş, mutlulukları çalınmıştır. Bu yüzden gülüşleri yaralıdır. Bu yüzden, her geçen gün daha çok tükettikleri alkolün ve sigaranın temelinde, gizli bir hüzün vardır. Ömürlerini talan edenlere yıllarca oy vererek ve ağır bedeller ödeyerek acı deneyimler kazanırlar.

Devlet, ideolojik aygıtları aracılığıyla bu insanlara şırınga ettiği çarpık bilinç sayesinde, ideolojik hegemonyasını ömürler boyu sürdürür. Bu ülkenin insanları, ağır bedeller ödeyerek acı deneyimler ve ömürler boyunca kazanılmış birikimlerle milatlar yazarlar. Zamanı gelince, tarihin akışını tulumlu, kanlı başkaldırılarla sarsarak, yarım kalmış şarkılarını, yaşanmamış aşklarını mutluluktan çoğala çoğala güzel bir milat olarak düşerler tarihin defterine. Alaşafaklarda kan ve zulüm süzgecinden geçerek, değişmez sanılan kaderlerini bir fiskeyle yıkar, kendi geleceklerini kendileri tayin ederler. Yüzyılların sessizliğine gömülen özlem; sevgi, barış, özgürlük türküleriyle yazılır tarihe. Onlar ki horlanmışlık, aşağılanmışlık, dışlanmışlık ve ezilmişliklerinden başka kaybedecek birşeyleri olmayanlar, onlar ki dağları delenler, yeraltına inenler, yolları, köprüleri yapanlar, tüm maddi ve manevi zenginlikleri üreten ve bunlardan yoksun olanlardır. Onlar ki ağız dolusu gülenler ve gizli gizli ağlayanlardır. Onlar ki üreten ve yaratanlardır, tarihin sayfalarında yalnız onların destanları vardır.

***

Biliyor musun, benim için hüzün olan yüzün yok artık. Başkalarının olan yüzünü gözlerime yasakladım artık. Kırık dökük sözcüklerim, buruk gülüşlerim, yüreğinin tellerini incitmeden dokundurmak istediğim veda şifresiydi Arkadaşım! Eski sesimizi çoktan yitirmişiz; sesimiz bile sesimize yabancı! Adlarımızın anlamını bile yitirdik Arkadaşım, kendi kendimizi onaramadan.. Bütün ölülerimi bu kentte gömerek, özlemlerimi gözbebeklerine gömerek ve yaralarımı herkesten saklayarak, yüzümü bir utançtan kaçırır gibi gizlice alıp kaçtım, bu kenti acılar içinde bırakarak.

Yüreğim arkadan vurulan yaralı bir ömür. Ömrüm haczedilen bir yaşanmamışlık, kederli ve korkunç bir suskunluk, sesini arayan bir yalnızlık. Ömrüm yüreğimden, yüreğim sevgiden şikayetçi. Sevgiyse vefasızlıktan, sadakatsizlikten, bencillikten şikayetçi. Her şeyin aniden başlayıp, aniden bittiği, her şeyin eksik, yarım ve üstelik yanlış yaşandığı bu çoğulcu demokratik ve özerk cumhuriyette nereye baksam keder, nereye yürüsem yalnızlık, nereye gülsem sessiz bir ölüm! Hukuk devletinin, hür parlamenter rejimin ve demokratik ve laik (!) cumhuriyetin ağırlığı altında utançla eziliyorum. Böyle bir cumhuriyetin vatandaşlığından istifa etme hakkım bile yok!.Ancak ve ancak onlar istedikleri zaman bizi vatandaşlıktan çıkarma haklarına sahipler! Bu hakkı onlara kim vermiş Arkadaşım? Anamın dediği gibi, "Kürt çalır, garaçı (çingene) oynuyur." Kendileri çalıp, kendileri oynuyorlar. Bu kutsal topraklar üzerinde kuşlar gibi olamıyor ve de istifa da edemiyorsak, yaralı kuşlar gibi düşlerimizi ömrümüze, ömrümüzü haczedilmiş gülüşlerimize vuralım Arkadaşım. Yaralı ömürlerimizi şanlı devrimlere verelim Arkadaşım.

0 yorum