Solculuğun tedavisi mümkün müdür?

Solculuğun tedavisi mümkün müdür?

İsmet Berkan

Bu işe Bülent Ortaçgil'i karıştırmak istemezdim ama ne yapayım ki bu yazıyı yazma düşüncesi onun bir şarkısını dinlerken aklıma düştü. Şebnem Ferah, Ortaçgil'in şarkısını söylüyor ben de sıkışık trafikte sağa sola bakarak vakit geçiriyordum: "Ve sen, ben, değirmenlere karşı / Bile bile, birer yitik savaşçı / Akarız dereler gibi, denizlere."
Nakarat, âdet olduğu üzre dilime takıldı. Önceleri kelimeler anlamlarından soyutlanmış, sadece müzikti. Sonra sonra bu üç dizenin anlamına aydım.
'Solculuk' çok geniş bir kavram. Hele Türkiye'de iyice geniş. Hümanistlerden tutun da basitçe eşitlik peşinde koşanlara, mazlumları savunanlardan sosyal demokratlara,
'sosyalistim' diyenlerden komünistlere kadar neredeyse herkesi kapsıyor.
İşte bu geniş anlamıyla solculuk, hayatının bir döneminde kendini 'solcu' olarak da tanımlamış olan bana, birden tedavisi mümkün olmayan bir hastalık gibi gözüktü.
Bundan on yıl kadar önceydi. Ciddiyetiyle tanınan bir Amerikan dergisinde yayımlanmış bir makalenin fotokopisi geçti elime. Makalenin başlığı 'Victim culture'dı, yani 'Kurban kültürü.'
Nedir 'kurban kültürü'? Basitçe, beceremediğimiz işlerde beceriksizliğin sorumluluğunu kendi üstümüze almamamız, onun yerine mazeretler üretmemiz. O yüzden, belki kavramın Türkçesi olarak 'mazeret kültürü'nü kullanmak daha doğru.
Bu kültür, 'Akşam elektrikler kesikti, ders çalışamadım'dan başlıyor, 'Yabancılar Türkiye'yi batırmak için spekülatif döviz alımı yapınca ekonomik krize girdik'e kadar uzanıyor.
Gündelik hayatınızı, kendinizi gözleyin. Hepimiz bu kültürden nasibimizi almış durumdayız. Daha doğrusu hayatımızı bu kültürün içinde yaşıyoruz.
Sağcı, solcu ya da futbolcu olsun bütün Türk milletinin başına sarılmış bir bela olan 'mazeret kültürü'nün bir de solculara özgü versiyonu var: Kaybeden kültürü. ('Loser culture'a daha iyi karşılık önerilerine açığım.)
Solcular, dünyaya kazanmak için değil kaybetmek için geldiklerine inanırlar. Özellikle de Türkiye'de. 'Mazlum' olmak, ezilmiş olmak, kaybeden olmak, tutunamamak, gerçek solculuğun nişanesi gibidir.
Hepimiz çocukluğumuzdan başlayarak kaybedenlerin yanında olmadık mı? Sorarım size, 1974 Dünya Kupası finalinde Hollanda'ya karşı Almanya'yı tutan kaç kişi vardırki bu topraklarda? 1978 finalinde diktatörlükle yönetilen Arjantin'le bir önceki kupanın 'kaybedeni' Hollanda arasında hangisini seçtik desteklemek için?
Aramızdan pek çoğumuz Tito'ya karşı Djilas'ı, Stalin'e karşı Troçki'yi, Marksizm-Leninizmin de ötesinde, duygusal nedenlerle kendine daha yakın, daha sempatik bulmadı mı? (Hayır, Stalin ve Tito, Troçki ve Djilas'tan daha iyiydi demek istemiyorum, sadece tercihlerimizin ardındaki nedenleri sorguluyorum.)
Televizyonda 'Zengin ve Yoksul'u izlerken hepimizin gerçek sevgilisi Nick Nolte'nin canlandırdığı serseri, adam olamamış kardeş değil miydi? O öldüğünde çoğumuz yasa bürünmedik mi? Kaç kişi seviyordu, hatalarından dersler çıkartan, özündeki iyi insanı nihayet bulan Rudi Cordeş'i?
Her zaman çok satan kitaplardansa az satanlarının, gişe rekorları kıranlardansa kenarda köşede kalmış filmlerin daha iyi, onların yazar ve yönetmenlerinin daha
'soylu' olduğuna dair gizli bir fikri içimizde taşımadık mı?
Ama kafamız en çok yetişkinliğimizde, iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçildikten sonra karışmadı mı? Şimdi neye karşı olacaktık, neyden yana olacaktık?
Bu kafa karışıklığı içinde, sırf işin içinde Amerikalılar var diye bazılarımız işi Slobodan Miloşeviç'i savunmaya kadar vardırmadı mı?
Semih Kaplanoğlu'nun filmi 'Herkes Kendi Evinde'nin bir yerinde, yıllarını Sovyetler Birliği'nde geçirmiş Erol Keskin Türkiye'ye gelince bir eski tüfek arkadaşıyla buluşur. İki ihtiyar, Meksika'daki Subcomandante Marcos ile Seatlle'daki anti küreselcilerin hâlâ bayrağı taşıdığından dem vururlar.
Anti küresel hareketler, çevreciler, doğa savaşçıları gerçekten solculuğun son sığınakları mı?
Tamam da, mesela Seatlle'da, Dünya Ticaret Örgütü'nü protesto edenler arasında Amerikan tekstil işçileri de vardı. İşlerini üçüncü dünya ülkelerinin (yani gerçek mazlumların) işçilerine kaptırmamak için eylemdeydi onlar. Mal ve hizmetlerin küreselleşmesinin emeğin de küreselleşmesi anlamına gelebileceğini fark etmiş, koruma duvarları istiyorlardı. Peki ama solculuk aynı zamanda enternasyonalizm değil midir?
Çevreciler anlaşılır nedenlerle nükleer santrallara karşı. Termik santrallara zaten karşılar. Ve benim anlamadığım nedenlerle barajlara da karşı çıkıyorlar. Peki elektriği nasıl üreteceğiz? Şimdi sıkı durun: Bazı çevreciler rüzgâr santrallarına da karşı, çünkü bu santralların gürültü kirliliği yaptığına, ekolojik dengeyi bozduğuna inanıyorlar.
Hayatta hep muhalif olmak, muhalif kalmak mümkün mü? 'Tedavisi mümkün olmayan' hastalık tam da bu. Peşinen kaybetmek, şartlar ne olursa olsun muhalefeti seçmek, azınlığı seçmek.
Elbette insan fikirleri için gerekirse azınlıkta kalır, muhalif olur. Benim sözünü ettiğim bu değil. Sözünü ettiğim, bir kural olarak muhalif olmak. Karşı olmak. Neye karşı olduğunu önemsemeden, durup bir dakika düşünmeden karşı olmak.
Yani kendini peşinen, daha 'bu yaka'nın ne olduğu bile belli olmadan 'karşıda' tanımlamak.
Bu hal, kabul edelim ki, mantığımızdan çok duygularımızın bizi sürüklediği bir hal.
Bu yazıya yansıtmaya çalıştığım hislere ilk olarak 1986 yılında Sosyaldemokrat Halkçı Parti, bedelli askerlikle ilgili çıkartılmak istenen yasaya karşı çıktığında kapılmıştım.
SHP, "Parası olmayanlar ne olacak?" diyordu, "Bunu ödeyemeyecek olanlar ne olacak?" Ve bu haklı soruları sorduktan sonra da yasanın iptalini istiyordu, parası olmayanlara imkân yaratacak olanakları araştırmaya hiç kalkışmadan. Refahta değil sefalette eşitlik istiyordu SHP.
SHP muhalefet yapmak için kurulmuş bir partiydi. Varlık nedeni karşı olmasıydı.
İktidarda bocalamaları bundandı. İktidar, sonlarını getirdi. Onları hayat boyu muhalif kalmaları için binbir parçaya böldü.
Şu yüzde 0.8'lik Özgürlük ve Demokrasi Partisi'ne bir bakın. Sözde artık terörü ve iktidara devrimle gelmeyi reddetmiş bütün eski sosyalist fraksiyonların koalisyonu olarak kurulmuştu. Bugün binbir parça. Çünkü her parçası bir diğerine karşı.
Karşı olmak, peşinen kaybetmek, ben dahil pek çok kişinin çocukluğundan beri çektiği müzmin bir rahatsızlık.
Ve galiba gerçekten tedavisi de yok bunun. Haftaya devam edeceğim

 

0 yorum: