Odysseia


Odysseia'nın -24 bölümden oluşan bu koskoca destanın- kısacık bir özetini yapmak istersek:

Truva savaşından sonra yurduna dönmek için çabalayıp duran Odysseus'un başından geçenler ve onun eve dönüşü sırasında, yurdu İthakea'da yaşananların anlatımı diyebiliriz.

Bence Odysseia hakkında vurgulanması gereken en önemli şey, bir destandan çok; kurgusu ve anlatım tarzıyla, bir romana hatta bir filme benzemesi. Homeros, Odysseia'da İlyada'nın aksine, bir olayı değil, bir insanı anlatır. Tekrarlardan kaçınan, yer yer geri dönüşler içeren akıcı bir anlatımı ve modern bir kurgusu vardır.

Destan 24 bölümde anlatılmış ancak 5 ana destan parçasından oluşuyor:

1. Telemakhia (Bölüm 1-4) : Odysseus'un oğlu Telemakhos'un destanıdır. Truva savaşı biteli neredeyse 10 yıl olmuş ama sevgili babası hala yurduna geri dönmemiştir. Bu sırada onun öldüğüne dair söylentiler artınca, Ithaca'nın varlıklı erkekleri, annesi Penelopeia'ya talip olup, hepsi birden Odysseus'un sarayına yerleşmişlerdir. Bunların işi gücü yiyip içip, eğlenceler düzenleyip Odysseus'un mallarını tüketmektir. Bu sırada Penelopeia'nın bir karar vermesini, içlerinden birini seçmesini beklerler. Ancak o, kocasını beklemeye kararlıdır. Bu durumdan son derece rahatsız olan Telemakhos, tanrıça Athena'ya inanır, Odysseus'un öldüğüne dair şüphelerini bir kenara atar ve babasından haber alabilmek için Truva'dan dönmüş olan diğer liderlere onu sormak üzere yollara düşer.

2. Kalypso'nun adası (Bölüm 5): Tanrıça Athena, Olympos'lu tanrıları bir araya toplar ve 7 yıldır Kalypso'nun adasında tutuklu olan Odysseus'un yurduna dönmesine izin vermeleri için onları ikna eder. Oysa Su Perisi Kalypso Odusseus'u gerçekten sevmektedir ve kendisiyle kalması koşuluyla ona ölümsüzlüğü teklif eder. Ancak yirmi yıldır görmediği güzel karısı Penelopeia'yı unutamayan Odysseus bu teklifi reddeder. Yurda dönmesi için izin çıkınca, kendisine bir sal yapar ve denize açılır. Uzun süren fırtınaların ardından Phaiakların ülkesinde karaya vurur.

3. Phaiakların ülkesi (Bölüm 6-9) : Phaiak kralının kızı Nausikaa, Odysseus'u sahilde bulur, ona giysiler verir ve evine davet eder. Odysseus'u iyi karşılayan Phaiaklar ona yurduna dönmesi için yardım edeceklerini söylerler.

4. Odysseus'un maceraları (Bölüm 9-12) : Bu bölüm destanın merkezidir. Phaiak'ların kendi şerefine düzenledikleri eğlencede, bir ozan Truva savaşını anlatan şarkılar söylemektedir. Bunu duyunca gözleri dolan Odysseus, ona "Neden ağlıyorsun?" diye sorduklarında, "O hikayede bahsi geçen benim" diye cevap verir ve Truva'dan 12 gemisiyle ayrılışını ve üç yıl boyunca denizlerde çeşitli tehlikeler atlatıp bütün gemileri ve yoldaşlarını kaybedip, Kalypso'nun adasına varışını anlatır. Ardından Phaiaklar onu bir gemiyle Ithaca'ya gönderirler.

5. Ithaca (Bölüm 13-24) : Odysseus bir dilenci kılığında domuz çobanı Eumaios'un yanına sığınır. Orada yolculuktan dönen oğlu Telemakhos ile buluşur. İkisi birden taliplerle savaşıp onları öldürürler. Destan, Odysseus ve Penelopeia'nın yirmi yıllık ayrılıktan sonra kavuşmalarıyla sona erer. (Çok kuru oldu değil mi.. Daha dramatik bir anlatım için gidiniz kitabı okuyunuz :-) )

Şimdi bu kahramandan biraz daha ayrıntılı bahsedelim isterseniz..
Baba Learthes ( ki Odysseus'a sık sık "Learthesoğlu" diye de seslenilmektedir.) ve ana Antikleia'nın oğulları olan Odysseus, kuzeybatı Yunanistan civarlarındaki Ithaca adasında doğmuştur. Bir rivayete göre, anne Antikleia, Learthes ile evlenmeden bir gün önce Sispyhos ile beraber olmuştur ve Odysseus, Learthes'in değil Sispyhos'un oğludur; üstün zekası da ondan gelmektedir.

Odysseus'un gençliğine dair anlatılan iki şey vardır: Achilleus gibi hekim Kheiron'un yanında geçirdiği süre ve dedesi Autolykos'u ziyareti sırasında katıldığı bir yaban domuzu avında bacağından yaralanması. ( Bu yara izi sayesinde Truva savaşından yıllar sonra yurduna döndüğünde, onu büyüten dadısı Eurykleia onu tanıyacaktır.. )

Bir süre sonra baba Learthes, oğlunu tahta geçirmiştir ancak bu konuda pek fazla bilgiye sahip değiliz. Ancak Odysseus'un kendine nasıl eş seçtiği birçok kaynakta oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. İlerde Truva savaşına sebep olacak bu hikayeden ben de kısaca bahsetmek istiyorum. Aslında daha detaylı bahsetmek de istiyorum ama İlyada başlığı altında :-) Her neyse.. Su perisi Thetis ve Peleus'un düğünlerine davet edilmeyen Nifak Tanrıçası Eris, Athena, Aphrodite ve Hera'nın ayakları dibine bir altın elma yuvarlayıp ortadan kayboldu...Elmanın üzerinde "En güzele..." yazıyordu. Zeus bu üç tanrıçadan en güzel olanı seçmesi için Truvalı çoban Paris'i görevlendirdi. Paris ona zeka ve savaşma yetisi teklif eden Athena ile güç ve kudret teklif eden Hera'yı eledi, kendisine dünyanın en güzel kadınını teklif eden Aphrodite'i seçti. Aphrodite ona dünyanın en güzel kadını Helena'yı kaçırması için yardım etti, ve Helena'nın kaçırılışı Truva savaşını başlattı. Bu arada Helena'ya talip olan birçok kişi arasında Odysseus da vardı. Aslında Odysseus Helena'dan çok teyzesinin kızı Penelopeia ile ilgileniyordu. Baktı ki işler kızışıyor, Penelopeia ile evlenmesine izin verilmesi karşılığında, diğer taliplerin Helena'nın babasının seçtiği kişiye karşı ayaklanmamalarını sağlamayı önerdi. Bu öneri kabul edildi, Odysseus Penelopeia'yı, Agamemnon da kardeşi Menelaos'a götürmek için Helena'yı aldı. Ancak tam bu sırada Paris geip Helena'yı kaçırdı! İşte o anda kıyamet koptu ve Truva savaşı başladı. Helena'yı geri almak için Truva'ya gönderilecek askeri birlikler toplanırken, Odysseus'u da almaya geldiler. Oysa Odysseus savaşa gitmek istemiyordu; yeni evliydi ve oğlu yeni doğmuştu. Bu yüzden kendisini almak için geldiklerinde deli taklidi yaptı. Sahilde bir öküz bağladığı sabanı sürüyor, kumlara tuz ekiyordu. Ancak kendisini sınamak için sabanın önüne oğlu Telemakhos'u koydular ve doğal olarak Odysseus yönünü değiştirdiğinde, zekasının yerli yerinde olduğu ortaya çıktı. Tarihin bilinen ilk asker kaçağı böylece kendini ele vermiş oldu. Sonra tabii ver elini Truva :-)

Yaaa işte aşağı yukarı böyledir Leartesoğlu, akıllı ve zeki Odysseus'un hikayesi.. Aslında çok daha ayrıntılı anlatmak istiyorum ama bir daldım mı içinden çıkılmaz oluyor. Şundan bahsettik, bundan bahsetmesek olmaz diye diye bu bölümü üçüncü kez baştan yazıyorum aslına bakarsanız. Bana kalırsa iyi bir özet oldu. Son kısımdan özellikle bahsetmedim, çünkü istiyorum ki Odysseia'yı okumamış olanlar gitsin okusun, okumuş olanlar gitsin bir kez daha okusun. O anlatıma eş birşeyler çıkmadı benim klavyemden kusura bakmayın :-)


Siber alemde fareme takılan, Odysseus ile ilgili şu linkleri de vermeden edemeyeceğim:

Samuel Buttler'ın İngilizce çevirisine:
"http://darkwing.uoregon.edu/~joelja/odyssey.html " ;

George Chapman'ın İngilizce çevirisine: "http://www.columbia.edu/acis/bartleby/chapman" adreslerinden ulaşabilirsiniz

1 yorum  

i n s a n ı n y a r a t ı l ı ş ı


İnsanın yaratılışı ile ilgili Grek mitine ait birkaç söylen vardır. En çok bahsi geçen iki değişik hikayeyeden bahsetmek istiyorum size. İlki belki zamanlama açısından daha mantıklı görünüyor ancak ondan daha çok sevdiğim bir hikaye daha var ki, ilkini kısaca özetleyip, onu sonra uzun uzun anlatacağım :)

Hesiodos'un Soylar Efsanesi:

Bu efsane insanın tam olarak nasıl yaratıldığını açıklamaz. Sadece yaratılmış olduğunu varsayar ve sonrasını anlatır bize. Der ki Hesiodos:

Chronus'un egemenliği sırasında, ölümsüz tanrılar ilk insan soyunu yaratmışlar. Buna "Altın Soy" deniyor. Bereketli topraklarında tanrılar gibi yaşarmış ilk insan soyu, Mutluluk içinde yaşar, mutluluk içinde ölür, sonra toprağı ve insanları koruyan birer minik cine dönüşürlermiş.

Sonra "Gümüş Soy"u yaratmış tanrılar. Gümüş Soy, Altın Soy kadar zeki değilmiş. Aptallıklarıyla başlarını derde sokar, tanrılara saygısız davranırlarmış. Zeus bunu saygısızlık olarak nitelendirmiş ve onları yeraltı cinlerine dönüştürüp toprağın altına gömmüş.

"Tunç Soy" yaratılmış ardından. Oysa yeni gelen bu soy, çok daha betermiş öncekinden. Birbirlerine saldırmaktan, savaşmaktan, öldürmekten başka yaptıkları yokmuş. Zeus'un devreye girmesine gerek kalmamış bu sefer, onlar kendi kendilerini yok etmişler ve Hades'in karanlık yeraltı dünyasına göçmüşler.

"Demir Soy" en son gelmiş ve hala sürmekte olan soydur. Yine bu efsanede denir ki, bir altıncı soy daha gelecek. Saygısız, sevgisiz, yokedici bir toplum olacak ve hak kavramı ortadan kalkacak, güçlüler kazanacak, güçsüzler ölüme mahkum olacak. (Pek de yanılmamış galiba... 6. soy geldi mi, ne dersiniz? :))

Ovidius'un Metaporphoses adlı yapıtındaki anlatısı:
(İşte benim sevdiğim :))

Bu hikayenin bir giriş kısmı var, oradan başlayalım...

Aşklarıyla Olympos çevresinde oldukça ünlü olan Zeus, kız kardeşi Demeter'e kaptırmış gönlünü, onunla beraber olmuş ve güzeller güzeli Kore doğmuş.(Kore, daha sonra Yeraltı Tanrıçası olduğunda ismi Persephone olacak...Bu da başka bir hikaye :)) Kore, güzelliğinin yanı sıra son derece alımlı, kibar, zeki ve güleryüzlü bir kızmış. İflah olmaz çapkın Zeus, tutup kendi kızına aşık olmuş bu güzelliği gördüğünde. Aklı fikri Kore ile beraber olabilmekteymiş. Bir gün onu yalnız başına ormanda otururken gördüğünde, fırsat bu fırsat demiş, bir yılana dönüşmüş ve onunla beraber olmuş. Kore, Zagreus'a hamile kalmış. O sıralar Zeus'un gözdesi, en sevdiği Kore olduğu için, oğlu Zagreus'un da ayrı bir önemi varmış Zeus için. Onu deliler gibi seviyor, koruyor, kolluyormuş.

Ancak Zeus'un onu sevdiğinden çok nefret ediyormuş kıskanç Hera Zagreus'tan... Hera'nın hışmından korkan Zeus, bir mağaraya saklamış oğlunu. Zamanında kendisini büyütmüş olan Kuretlere emanet etmiş onu. Hera veya onun saldığı adamları yaklaşacak olursa, korkunç sesler çıkarıp onları korkutmalarını ve aynı zamanda bebek sesini bastırmalarını iyice tembihlemiş. Ancak Hera'nın öfkesi öyle büyükmüş ki, Zagreus'u bulamayınca Titanları çağırmış kendisine yardıma. Titanlar bebeği bulmuşlar Kuretlerin sakladığı mağarada. Ancak bebek Zagreus korkmuş dev Titanlardan ve mağaranın daracık dibine saklanmış. Titanlar bir ayna getirmeyi akıl etmişler mağaranın girişine. Zagreus kendi aksini görünce aynada, meraka kapılıp dışarı çıkmış. İşte o anda üzerine atılmışlar bebeciğin Titanlar ve onu paramparça edip etlerini yemişler. geriye sadece kemikleri kalmış.

Bunu duyan Zeus öfkesinden deliye dönmüş ve şimşeklerini göndermiş Titanların üzerine. Oracıkta küle dönüşmüş Titanlar ve Zagreus'un kemikleri... Zaman geçmiş, yağmurlar yağmış. Yağmur suları çamura dönüştürmüş Zagreus ve Titanların küllerini.

Prometheus gelmiş sonra. ( Kendisi bir Titan olduğu halde, Zeus'a karşı savaşmayı kabul etmedikleri için kardeşi Epimetheus ile Prometheus, Tartaros'a gönderilmemiş, Zeus tarafından insanın yaratılışında görevlendirilmişlerdir.)

Prometheus, şekil vermiş bu çamura. İnsan bedenini yaratmış. O sırada oradan geçmekte olan tanrıça Athena, Prometheus'un eserine hayran kalmış ve çamura hayat üflemiş. İşte ilk insan böyle yaratılmış. Zagreus'un saflığı, temizliği, iyiliği ve güzelliği ile Titanların kötülüğü ve çirkinliğinin bir karışımı. İnsanın içinde hem iyilik hem kötülük bulunması bundan olsa gerek :))

Zaman geçmiş, insanoğlu çoğalmaya başlamış. (Bu kısım da mitolojinin birçok yerinde olduğu gibi oldukça kafa karıştırıcı. Çünkü birazdan göreceğimiz Pandora, ilk kadın ölümlüdür. Demek ki Pandora gelene kadar insanlar, yani erkek bireyler, bir şekilde kendi başlarına çoğalmayı başarmışlar... Nasıl? Bu da mitolojinin bilinmezlerinden biri :))

İnsanoğlu yaratıldığında Prometheus kardeşi Epimetheus'a der ki, "Şimdi de sen bu ölümlü canlıların sıfatlarını dağıt." Epimetheus başlamış onlara iyi kötü özellikler vermeye. En son sıra insana gelmiş.Epimetheus bir bakmış ki, elindeki bütün güzel sıfatları dağıtmış, insana verecek birşey kalmamış! (İşte tam bu can alıcı noktada, Prometheus'un "ileri görüşlü / önceden gören", Epimetheus'un "geri görüşlü / sonradan gören" anlamlarına geldiğini belirtmemde fayda var sanırım :)) Prometheus yetişmiş o anda ve insana iki ayağı üzerinde durma yetisi, ateşi ve bunu kullanacak zekayı vermekte karar kılmış.

İnsanlar gelişmeye başlamışlar. Zeus karışmış orda hemen işin içine. Demiş ki, biz tanrılara tapınmayı öğrensin insanoğlu. "Bana, kurban ettiğiniz her hayvanın bir parçasını vereceksiniz. Hangi parça olduğuna ben karar vereceğim. Haydi kurban edin bana şurda duran koyunu" diye buyurmuş.

Prometheus insanlara yardımcı olmuş hemen. Ölümsüz bir tanrının, insanoğlunun yiyeceğine kendisini ortak koşuyor olmasına öfkelenmiş ve bir oyun oynamış Zeus'a. Kurban etinin en güzel parçalarını işkembenin içine doldurmuş. En kötü kısımlarla kemiklerin üstünü bir güzel örtmüş yağlarla. İnsanlar demişler ki , "Buyur seç bakalım, hangi parçaları sana verelim kurban ettiğimiz hayvanlardan, ulu Zeus?" Zeus şöyle bir bakmış, "O iğrenç işkembeyi ben ne yapayım, şu yağlarla kaplı semiz etleri seçiyorum" demiş. Ancak bir bakmış ki yağların altında kemik dolu. Çok öfkelenmiş Zeus. kendisini aldatmış olan insanlara ve Prometheus'a çok içerlemiş. Bir tanrı olaran oyuna getirilmeyi hazmedemiyormuş ama, kararı kesin olmak zorundaymış tanrının; hayır bunu beğenmedim diğerini alacağım diyemezmiş.

Tanrıların tanrısı, üçkağıda gelmiş olmayı yedirememiş kendisine, ve onlara ceza olsun diye ellerinden ateşi geri almış. Prometheus yine yetişmiş imdadına insanların. Gitmiş tanrısal ateşten bir parça çalmış, onlara vermiş.

İşte böylesine insan dostudur, mitolojinin ilk asisi olan Prometheus. Hep insanlar için çalışmış, savaşmıştır. Tanrıları hep son derece sıkıcı ve adaletsiz bulmuştur.

Zeus, Prometheus'u cezalandırmaya karar vermiş. Hephaistos'a onu Kafkas Dağlarına zincirlemesini emretmiş. Cezası çok ağırmış: kolları iki yana açılmış şekilde zincire vurulan Prometheus'un karaciğerini gündüz boyunca bir kartal didikleyerek yiyor, sonra ciğeri gece boyunca yeniden büyüyormuş. Büyük acılar çeken Prometheus bu cezaya sonsuza dek çarptırılmış, zira kendisi ölümsüzdür.

Sonunda Prometheus yeniden özgürlüğüne kavuşmuş. Ama nasıl, işte bu kesin olarak bilinmiyor. Bazı kaynaklara göre, Hercules kurtarmış onu. Bazıları ise, Zeus'un onu affettiğini söyler. Çünkü, Zeus yine gönlünü yeni bir aşka, Su Perisi Thetis'e kaptırdığında, Prometheus bunu görüp, "Thetis'in doğuracağı çocuk babasından çok daha kuvvetli ve iktidar sahibi olacak, sakın onla beraber olma" demiş (Hatırlatma: Prometheus=Önceden gören... Sanırım bir nevi kahinlik de sayılıyor bu... ) ve Zeus onun zincirlerini çözmüş.

Ardından insanlar arasındaki yaşamına devam eden Prometheus, Zeus'un hala kendisine bir kötülük yapabileceğini biliyormuş. (Bkz. üst satırdaki hatırlatma :)) Bu yüzden kardeşi Epimetheus'u uyarmış: "Sakın tanrılardan hediye kabul etme !" Ancak günün birinde Epimetheus, bir tanrı hediyesini kabul edivermiş! Güzeller güzeli Pandora imiş bu hediye. İlk dişi insan, ilk ölümlü kadın... Epimetheus görür görmez aşık olmuş Pandora'ya ve onu geri yollayamamış.

Pandora yanında bir kutu getirmiş. Prometheus demiş ki kardeşine, "Beni dinlemedin, hediyeyi kabul ettin, ama bari şu kutuyu sakın açma! Başımıza bir bela gelecek" Fakat merakına yenilen Epimetheus, yine kardeşinin öğüdüne kulak vermemiş. Kutuyu açar açmaz, bütün dertler, kötülükler, üzüntüler, sıkıntılar saçılmış etrafa. Prometheus hemen atlamış kutunun üstüne, kapağını kapatıvermiş. Böylece tek birşey kalmış kutuda: Umut :))

Umut, o anda Prometheus'un yönetimine girmiş. Onu çok iyi korumuş Prometheus ve asla gerekenden fazlasını vermemiş kimseye; ve kardeşinin hatalarının sonucu, yaratmış olduğu insanoğlunu asırlar boyunca korumak, kollamak zorunda kalmış....

0 yorum  

Dünyanın Oluşumu


Yunan Mitolojisi "Başlangıçta kaos vardı" der bize. Bu kaos nedir nasıl birşeydir pek bilinmez doğrusu. Belki de bu belirsizlik ona kaos ismini vermiştir :) Ama durup dururken, bu kaos'tan bir anda Gaia oluşmuştur, yani toprak, başka bir deyişle "Toprak Ana"...

Hesiod der ki, "Gaia'dan gökyüzü yükseldi" , yani Uranos... Gökyüzü, yani Uranos; toprağın, yani Gaia'nın hem oğlu hem eşi oldu. ( Garipsemeyelim, ensest ilişki, mitolojide çok sık rastlanan bir olaydır:)) O zamanlarda, gökyüzü ve yeryüzü birbirine o kadar yakındı ki, birbirlerine öyle büyük bir aşkla sarılmışlardı ki, aralarındaki sınır ayırt edilemezdi. Bereketli, yeşil Gaia, Uranos'un yağmurlarıyla ıslanınca, Eros ortaya çıktı; yaratıcı aşkın ruhu... Eros, bir varlıktan çok, Gaia'nın ruhu olarak tanımlanır; yeryüzü ve gökyüzünü birlikte kılan bir güç. Gaia ve Uranos'un kucaklaşmasıyla ilk varlıklar oluşmaya başladı. Gaia, Uranos'un kolları arasında mutlulukla kıpırdandığında, narin, yeşil, yumuşak tepeler oluştu, ve Gaia bu tepelerden Titanları doğurdu; düşünme yeteneğine sahip ilk varlıkları. Titanlardan sonra, Gaia yüz kollu, dev canavarlar doğurdu. Babaları Uranos onlardan görür görmez nefret etti, iğrendi ve toprağın içine geri itti. Gaia acıyla kıvranıyordu, bu kıvranmalardan yeryüzündeki büyük taşlık dağlar oluştu. Ancak Uranos Gaia'ya eziyet etmekten vazgeçmiyordu.

Gaia, acı içinde ilk çocukları olan Titanlar'a seslendi. Babaları ve yarı kardeşleri olan Uranos'a karşı kendisiyle birlik olmalarını istedi. Ancak Titanların hemen hepsi Uranos'tan ölesiye korkuyorlardı, yardım çağrısına karşılık vermediler Gaia'nın. Ancak içlerinden biri, Cronus annesine yardım edeceğini belirtti. Titanların en cesuru olan Cronus, annesine yardım edip babasını saf dışı bıraktıklarında evrenin idaresinin kendisine geçeceğini sezinliyor olmalıydı. Bunun üzerine Gaia, Cronus'un pençeye benzeyen güçlü elleri için demiri yarattı. Yerden biten bu demiri çakıltaşıyla biledi, bir orak haline getirdi ve Cronus'a verdi. "Bununla babanı hadım edeceksin!" dedi. Cronus orağı aldı, ve gece olduğunda uykuya çekilen babasının üzerine atıldı ve onu hadım etti. Böylece gökyüzü sonsuza dek yeryüzünden ayrılmış oldu, artık dünyaya hükmedecek hükümdarların, toprağa ayak basmaları gerekecekti, gökyüzünden yeryüzüne hükmetmek olanaksızlaşmıştı.

Babasının erkeklik organını kesen Cronus, ardına bile bakmadan ordan uzaklaştı. Kesilmiş erkeklik organından toprağa damlayan kanlardan yeni varlıklar doğdu. (Gökyüzünün erkeklik organı olur mu, hadi oldu diyelim, kanı olur mu diye düşünmeyeceğiz tabii.. Mitolojide "olmaz" yok.. Oluyor işte bir şekilde :))

İlkin, İntikam Tanrıçaları Erinysler... Bu tanrıçalar birçok söylende yer almış olan korkunç yaratıklardır. "Suçluları kovalayıp duran bir nevi mitolojik polistirler" diye anlatır onları bir yazar. Niçin İntikam Tanrıçaları olduklarına gelince.. Erkeklik organı kesilmiş olan Uranos, korkunç bir acı duymuştu, duyduğu ilk acıydı bu, korkunç bir çığlık attı. Uranos' un intikam arzusuyla dolu bu çığlığından ve havada uçmakta olan kesik organdan damlayan ilk kan damlalarından İntikam Tanrıçaları doğdu...

Ardından, Uranos'un kesilmiş erkeklik organından damlayan ikinci kan damlalarından Gigantlar doğdular. Yeryüzü görünümündeki Gaia, gökyüzü görünümündeki Uranos, fiziksel özellikleri pek bilinmeyen ancak insan görünümünde olduklarını düşündüğümüz Titanlar ve yüz kollu devlerden sonra; Gigantların dış görünüşleri pek garipti. İnsanlara benzer bir yapıları vardı ancak vücutlarının alt kısmında yılan biçimli bir kuyruk bulunuyordu. İki ayakları üzerinde duruyorlar ancak sürüngen özellikleri de gösteriyorlardı.. (Size de aynısını çağrıştırıyor mu?? Dinazorlar? :))

Organ uçtu, uçtu, sonunda suya düştü... Üzerinde bulunan spermler tuzlu deniz suyu ile birleşti ve bir köpük oluşturdu. Bu köpük Kıbrıs kıyılarında karaya vurdu ve içinden güzeller güzelli Aşk Tanrıçası Aphrodite çıktı. Aphrodite göğün kızıdır ve ilk tanrıçalardan biridir. Roman mitinde kendisine Venüs ismi verilmiştir, sabah ve akşam yıldızı olarak görünmüştür. (Hemen bir uyarı... Roman mitindeki karakterlerin hemen hepsi Grek mitinden alınmış, isimleri değiştirilerek anlatılmıştır...)

Uranos hadım edilip (Böyle ayrıntılı bir hadım tasviri ancak mitolojide mümkündür zaten..:)) , kesik organından Erinysler, Gigantlar ve Aphrodite doğduktan sonra, Cronus tahta geçmiş oldu. (Hangi taht diye sormayacaksınız, değil mi? :))

Ancak Cronus'un babasından daha da zalim bir tanrı olacağını kimse bilemezdi.. Yüz kollu dev kardeşlerini kurtaracağı yerde, ona umut bağlamış olan zavallıcıkları daha da gerinlere, Tartaros'a itti. Tartaros, Yeraltı Dünyası'nın en derin, en korkunç, en karanlık yeridir ve Homeros tarafından "Tartaros'un yeraltı dünyasına olan uzaklığı, dünyanın gökyüzüne uzaklığı kadardır." diye tanımlanır. Oraya düşmek, bir varlığın başına gelebilecek en kötü şeydir.

Cronus, kendisine ayak bağı olacaklarını düşündüğü kardeşlerini Tartaros'a hapsettikten sonra keyfine baktı ve kardeşi Rhea'yı kendisine eş olarak aldı. Fakat hayal kırıklığına uğramış olan Gaia, Cronus'un ihanetine bir kehanetle yanıt verdi, ve Cronus'un keyfini kaçırdı... "Babana yaptıklarının aynısını günün birinde çocuklarından biri de sana yapacak."

Rhea, Cronus'a bir sürü çocuk doğurdu... Böylece eski Yunan Tanrıçaları ve Tanrıları birer birer ortaya çıktılar. Kendilerinden birazdan bahsedeceğim.

Cronus, annesinin kehanetinden korkuyor, Rhea doğurdukça çocukları yutuyordu. Rhea bu durumdan elbette hoşnut değildi ancak, günün birinde doğacak çocuğunu sever de kıyamaz yutamaz umuduyla doğurmaya devam ediyordu. Ancak Cronus akıllanacağa benzemiyordu. Oysa Rhea'nın sabrı tükenmişti, yine hamileydi ve bu sefer doğacak çocuğunu Cronus'un midesine göndermeye hiç niyeti yoktu!

Annesi Gaia'dan akıl aldı, ve onun öğüdüne uyarak çocuğunu dağlık bir yere gidip doğurdu ve oğlunu keçi sütü ile besledi. Sonra da onu ne idüğü belirsiz Kuretler'e verdi. Kuretler o dağlık bölgede yaşayan küçük tanrıcıklardı, ama neden tanrıydılar, ne gibi tanrısal özelliklere sahiptiler bilinmemektedir. Ben onları tanrıdan çok, Doğa'nın Ruhu olarak düşünüyorum. Rhea, oğlunu işte bu Kuret'lere emanet etti. Kuret'ler eğer Cronus oralara yaklaşacak olursa korkunç sesler çıkarıp bebeğin sesini duymamasını sağlayacaklarına söz verdiler.

Sonra Rhea, yerden bir kaya parçası aldı, onu battaniyelere sardı sarmaladı ve yutması için Cronus'a sundu. Cronus'un gözü öylesine dönmüştü ki, battaniyeyle beraber yuttu kayayı, ohh bundan da kurtulduk diye düşündü, Rhea'nın bir sonraki doğumuna kadar rahatladı... Ancak Rhea bir daha doğurmadı, en azından böyle bir kayda rastlamıyoruz.

Aradan yıllar geçti, Zeus büyüdü, genç ve kuvvetli bir tanrı oldu. (Yaaa, evet. İşte Kuret'lere emanet edilen şanslı bebek, daha sonra Tanrıların Tanrısı olacak Yüce Zeus idi...:))

Günün birinde Metis'e, Akıllı ve Bilge Peri'ye rastladı. Zeus hemen ona aşık oldu. (ilerde Zeus'un ne kolay aşık olan, çapkın bir tanrı olduğunu göreceğiz :)) Metis'e hayatını anlattı. Babasının çılgınlıklarından, yeraltına hapsedilmiş kardeşlerinden bahsetti. Metis öğrendikleri karşısında kayıtsız kalamadı ve Zeus'a yardım etmeye karar verdi. Hemen büyülü bir iksir hazırladı, ve babasına içirmesini tembihleyerek bunu Zeus'a verdi.

Zeus, babasının sarayına saki olarak bir şekilde kendisini kabul ettirdi ve şarabına büyülü iksiri karıştırıp içirmeyi başardı. İksir hemen etkisini gösterdi, Cronus birer birer yuttuğu çocuklarını kusmaya başladı. (Mantıksal değerleri unutunuz, onlar nasılsa, babalarının karnından ölmemiş, hatta büyümüş, gelişmiş bir şekilde çıktılar. Ölmemiş olmaları çok doğal aslında, çünkü onlar tanrı ve tanrıçalardır. Ama Cronusun karnı ve ağzının boyutları hakkında; çocukların onun karnında nasıl sindirilmeden kalabildikleri ve hatta orada büyümeyi başarabildikleri hakkında hiçbir fikrim yok! :))

Çocukları, Cronus'un midesinden çıktıktan sonra babalarının karşısına dikildiler: İlerde Olympos'ta bir nevi ev kadını olan Ocak ve Ev Düzeni Tanrıçası Hestia, kolunda bir demet başak ile tasvir edilen Bereket Tanrıçası Demeter, evliliğin koruyucusu Hera (ilerde kocası olacak Zeus tarafından bol bol aldatıldığından olsa gerek :)) , sonradan Yeraltı Dünyası'nın tanrısı olan Hades ve sonradan Denizler Tanrısı olan Poseidon...

Hepsi de Zeus'un önderliğinde babalarına karşı birleştiler ve şiddetli bir savaş başladı. Zeus, Tartaros'tan yüz kolluları çıkardı. Onlar da kendilerini esaretten kurtaran Zeus'a minnettarlıklarını bildirmek için onun yanında savaştılar. Hatta Zeus'a şimşekli silahlar armağan ettiler. Böylece savaş Zeus ve kardeşlerinin üstünlüğü ile sona erdi.

Bu savaşın 10 yıl kadar sürdüğü söylenir. Niçin bu kadar uzun sürmüştür belli değil. Oldukça saçma oysa.. Bildiğimiz savaşlara benzemez bu. Kimse kimseyi öldürüp yaralayamaz, zaten ölümsüzlerdir çünkü. Sanırım amaç salt iktidar ve koltuk kavgası olduğundan, bunca süre Zeus, Cronus'u artık iktidarı kendisine teslim etmesi için ikna etmeye çalışmıştır. 10 yıl sonra da Cronus yorgun düşmüş olmalı ki, Zeus ile anlaşmaya razı olmuş, iktidarı devredip Mutlular Adası'na, kader ve kısmete yön vermek üzere atanmıştır. Böyle zalim birine nasıl böyle bir görev verilir o da garip, ama Zeus onu ancak bu yolla kandırabilmiş olmalı...

Cronus altedilince, Zeus önderliğinde yepyeni bir düzen kurulmuştur. Zaten Zeus'un önderliği herkes tarafından kabul edildiği için, bu pek de zor olmasa gerek. Zeus, kendisini "Gökyüzünün ve Yeryüzü'nün Tanrısı" , Poseidon'u "Denizler ve Irmakların Tanrısı", Hades'i "Yeraltı Dünyası'nın Tanrısı" ilan edip, zirvesi devamlı bulutlarla kaplı olan Olympos Dağı'na yerleşti.

Ah, bu arada unutmadan: Zeus kendisine karşı gelen Titanları Tartaros'a kapatarak cezalandırdı. Ancak birer Titan oldukları halde kendisine başkaldırmayan Prometheus ve Epimetheus kardeşleri "İnsanın Yaratılışı"nda görevlendirdi. Savaşta diğer Titanların başında bulunan Atlas ise en büyük cezayı, yerküreyi omuzlarında taşıma cezasını aldı...

0 yorum  

Sevgiliysek Eğer

Çok şeyler katmalısın hayata kendinden, benim için...ve kendin için tabii...

Artık laflar yetmiyor değirmenini döndürmeye sevginin. Önce hüzünleri
kurutmalısın sayfalar arasında, kaçıncı sayfada olduklarını asla
bilmemeliyiz... Ve... gülücükler takılmalı hayat okyanusundan bıraktığın
ağlara... kucaklar dolusu...Uzağımdaysan, uzaklıkları yakın etmelisin
ayrılığa inat! Üstüne üstüne yürümelisin zamanın. Gözlerin gecem olmalı,
saçların rüzgar; hesabını yapmamalıyızmesafelerle ayların...Kilometreler
kapı önü olmalı,kış ortasında kapıma getirmelisin gülüşünle baharı...Aylar

saatteki yelkovan, seninle yakalamalıyım uzayan sabahları...Yakınımdaysan,

en yakını aramalısın! Yüreğimin kuytularında iç savaşlar çıkarmalısın. Ben

bıkmalıyım mutluluklardan.İnadına tebessüm olmalısın. Sen düşüncelerimin
bordasında vazgeçilmezim olmalısın..Sen... sevgilimsen eğer yanımda
olmalısın benimle olmalısın içimde olmalısın... Ben seni sende yaşamalıyım

sevgili,sevgiliysek eğer..."Gel" dediğimde gelmelisin kutuplarda da
olsan..."Gel" dediğimde "hayır" demesini bilmelisin küsmeme aldırmadan...

yine de kızamamalıyım sana.Çok şeyler istiyorsam senden yine de sen
bilmelisin sunacaklarını.

Belki bazen bir tebessüm,

Belki ufak bir not,

Belki elinden gelenin en fazlası...

Seni verdiklerinle değil, onlar sız da sevmeliyim..!

Hayat kısa sevgili, hayat sürprizlerle dolu. Bana gül bahçesi
vaadetmemelisin papatyayla yetiniyorsam...Ve.. yüreğimi yormamalısın
dinlenmek istiyorsam...Ben seni sende yaşamalıyım sevgili...Bilmeliyim
içini, yüreğini... Ne duyuyorsan, ne yaşıyorsan olduğu gibi... Sevinçlerini

sevincim bilmeliyim. Hüzünlerine ortak olmalıyım. Korkularında yanında
olmalıyım, korkuları birlikte yenmeliyiz...Her şeyinle benim olmalısın...
harikalıklarınla olduğu adar gühlarınla yanlışlarınla... her olumsuzluğa
birlikte kanat germeliyiz, Sen, ben istemeden yanımda
olmalısın..!Mutluluklar türetmeliyiz ufak şeylerden..Balıkçının oltasındaki

balıktan,parktaki çocuğa kağıt helvanın yaşattığı mutluluktan ya da
telefondaki bir "alo"dan... Ufak şeylerden büyük mutluluklar
çıkarmalıyız.Senin tebessümün beni güldürmeli, benim hüznüm seni
üzmeli..Yürekten olmalısın..!

Aylık yaşamıma girmelisin olur olmadık. Hatta haftalık, günlük.. Beni yine

de sensiz bırakmalısın yanımda olduğun ölçüde. Özlemeliyim seni tüm
yoğunluğunla... Saatlerin, günlerin hesabını yapmalıyım. Yokluğun kangren
gibi kemirmeli içimi...

Ama...

O ölçüyü sen bilmelisin... Özlemim tavındayken varlığınla ödüllendirmelisin,

hani derler ya;"kendini özlet ama unutturma", özlemler sevdayı güçlendirir

bilirim...Ben seni sende yaşamalıyım sevgili...

Günlük hayatında nasılsan öyle olmalısın benimleyken..Yaptığım yemeği
beğenmediysen yemeyebilirsin (bunu bana tüm şirinliğinle söylemelisin ki
sana kızamamalıyım). Ve... sen de bana kızmamalısın seninle futbol maçların

izlemiyorsam, sevemedimbir türlü... ama belki bazı önemli maçlarda eşlik
edebilirim sana ne dersin, senin için...Birbirimizi olduğumuz gibi
kabullenmeliyiz.. Macun tüpünü ortadan sıkıyorsan ya da ne bileyim... tüm
giysilerini ortalığa dağıtıyorsan bunları da bilmeliyim...

bir virüs gibi girmelisin içime. Ne senle olmalıyım ne de
sensiz...gazetelerde senin burcunu okumalıyım benimkinden önce bir görevmiş

gibi..Sonra yorumlar yapmalıyım falların üzerine... Bakla fallarında her
şeyi sana yormalıyım... Ve... ben de senin vazgeçilmezin olmalıyım.Beni
olduğum gibi kabul etmelisin.Ben buyum, böyleyim...

Beni böyle sevmelisin...

Hırçınsam, kıpır kıpırsam (ki yüreğim kıpırtılarla dolu) bir o kadar da
durgunum belki. Sen beni çözmelisin... Beynimin labirentinde çıkış yolunu
bilmelisin... Beni her şeyimle bütünlemelisin...

Ben seni sende yaşamalıyım sevgili...

Cesur olmalısın!

Yürekten olmalısın!

Gözlerimdeki toroslara tek nefeste çıkmalısın!

Gözlerimdeki okyanusa düşünmeden dalmalısın!

Sen hayatımda tek yörüngem olmalısın!

Sensiz olmamalı sevgili...!

Hiçbir fedakarlık istemiyorum senden... Olduğun gibi olmalısın. Nasılsan
öyle! Doğal, sıradan... Farklı olmaya çalışmamalısın... Ve... bütün bunları

kendin olmakla yapmalısın. Sen olmakla... nasılsan öyle sevmeliyim seni.
Öyle sevdirmelisin kendini. Ben seni sende yaşamak istiyorum
sevgili...sunduklarınla, sunmaya çalıştıklarınla, olmaya çalıştığın
farklılıklarla değil.

Duygularınla doğal,

Yüreğinle doğal,

yaşamınla doğal yanlarınla...

Zaten olduğun gibi kabulümsen, her şey peşi sıra gelir.Kendin olmakla
başarırsın her şeyi... Ve... senin kabulünsem olduğum gibi, tüm savaşlara
hazırım yaşam boyunca...

Haydi ! Uzat elini

Hayat kısa sevgili...Vakit kaybetmeyelim...

Belki bir daha fırsatımız olmaz...

Haydi yola çıkalım!

BEN SENİ SENDE YAŞAMALIYIM SEVGİLİ

VE SEN DE

BENİ BENDE YAŞAMALISIN...

SEVGİLİYSEK EĞER..!

0 yorum  

Tahrif ve Tahrip Ediliyor Hayatlarımız 3

Mahmut AYAZ
"Gündelik olarak içinde yaşadığımız cehennemde acı çekmemenin iki yolu vardır. İlki pek çok insana uygundur: cehennemi kabullenip, artık onu göremeyecek kertede bir parçası haline gelmek. İkincisi daha risklidir ve öğrenme yolunda sürekli bir dikkat ve irade gerektirir: cehennemin orta yerinde, cehennem olmayanı araştırmak ve tanımasını bilmek, sürmesini sağlamak, ona alan açmak."

İtalo Galvino.

Ne çok şeyi öldürdüler Arkadaşım, insana ilişkin ne çok şeyi!... Mevsimler bile yazdan ve kıştan ibaret. İnsanla birlikte doğasını da öldürüyorlar. Ne ilkbahar kaldı elimizde, ne de sonbahar. Sadece yaz ve kıştan ibaret siyah ve beyaz bir yaşam. İnsanlığı öldürenler, mevsimleri neden öldürmesinler ki? İşte hür parlamenter rejim ve çoğulcu demokrasi maskesiyle insanlığın habis uru, kangrenli kanseri kanlı kapitalizm bu! İnsanlığını soyunmuş, paramparça atomize bireyleri uzaylılar mı yarattı Arkadaşım!?

Yanlızlığı ve mutsuzluğu insanlara biricik dost olarak dayatan kim?

***

Gözlerimde hep bir hüzün gizli Arkadaşım . Biliyor musun, içli ezgilere Küba'da da, Vietnam'da da, Kongo'da da ağlanır. Her yerde gökkuşağı ve her gökkuşağının altında bir çocuk vardır. Demek ki, her şeye karşın sevmek ve direnmek, her şeye karşın insanlık vardır.

***

Ne zaman incecik bir hüzne boğulan yüzünü avuçlarıma alsam acı ve sessizliğin burgacında usulca ağlardın. Gözlerin yüzyıllarca suskunluğun yanık ezgisi, yağmalanmış bir ömrün ağıtıydı ve ben ayakları dikenlerde yırtılan bir çocuk gibi gözyaşlarımı içime akıttım durdum. Kanlı karanfiller, yargısız infazlar gibi yüzün geçtikçe gözlerimden, dudaklarımı ısırarak sessizce ve umarsızca ağlardım.

Sesin kirpiklerime öksüz çığlıklar, sakallarıma çırılçıplak yıldızlar, gözlerime yargısız infazlar düşürüyor.

Yenilerek kanayan, yenildikçe kanayan tarihim sakallarımda gizlidir. Yalnızlığın eşkali yüreğimde gizlidir.

Yüreğin hep bir çığlık gibi yaralı tarihime devrilir. Soluğun yanık ezgiler gibi, öksüz çığlıklar gibi yüreğime devrilir. Çapraz ateşe alınmış gibi yüreğim devrilir. Yağmurlar yağar gözlerime kederli ve dertli dertli ağlayarak. Yaralı tarihimi ve kanayan yüreğimi, bir gece vakti bağrıma basarak kundakladım.

Derler ki, o vakit, kanatları kanayarak beyaz bir güvercin havalandı çığlık çığlığa; yüreğinde yaralı bir kelebek gibi genç ömrü, gözlerinde kronik bir şizofreni....

***

Bu kentte martıların çığlıkları hep kar altındadır, karanlıktadır. Bu kentte bir dal gibi budanmış yüreklere, bencillik ve duyarsızlık bir karabasan gibi çökmüştür. Kabalığın ve kırıcılığın hoyrat ve özerk cumhuriyetiydi bu kent. Bu hoyrat ve yıkıcı kalabalık, aslında kentin en büyük tenhalığıydı!

Bırak başka şeylerini, bedenine bile sahip olamayan, umutlarını düşlerine hapsetmiş ama her şeye karşın herkesin yenik olduğu mağrur insanların kentinde tüm yanılsamalar hak edilmişti! Oysa herkesin bir örnek giyindiği bu kimliksiz kentin sokaklarında, insanların soluğu yalnızlık kokuyordu. Akşamları Kordon sefası olarak yaşanan, aslında bir büyük acısıydı bu kentin. Aşk ve ölüm, madalyonun iki yüzüydü bu kentte. Bu yüzden şarkılar aşkı ve ölümü, ayrılığı ve acıyı ve günlük yalnızlığı söyler durmadan. Bu yitik insanlar kimliksiz bir kentin kederli akşamlarına özlemlerini rehin bırakıp, sevinçlerini kanatırlar durmadan. Rüzgarı ve yağmuru, sevinci ve kederi bile dürüst olmayan bu kentte akşamlar geceyarılarına çürüyerek devrilir.

Her çürümüşlük, ölüm değil midir Arkadaşım!?

0 yorum  

Tahrif ve Tahrip Ediliyor Hayatlarımız 2

Mahmut AYAZ
Ger derse Fuzuli ki: “Gözellerde vefa var,"
Aldanma ki, şair sözü, elbette, yalandur!
* * *
Fuzuli, eyb gılma yüz çevirsem ehl-i alemden,
Neden kim, her kime yüz dutdum, ondan yüz bela gördüm.
Fuzuli

10 Temmuz 1992’de şunu demiştim:

"Sende ben yıkımı gördüm çocuk / n’olur yalnızlığıma bulaşma, mutsuzluğumu kanatma / gülmeği çoktan unuttum / saflığınla beni ağlatma güzelliğinle aldatma / düşe kalka büyüyeceksin sen de ağlayacaksın çocuk / şimdiden kendini ağlatma / yazık etme genç ömrüne / körpe yüreğine sokma acıları / şimdiden yıkılma..."

İşte bu çocuk yıkılmadı ama dört yıl önce söylediğim gibi YIKIMIM oldu. Bu çocuk, benim yalnızlığıma bulaşan akrebim oldu. Kalbim hiçbir zaman beni korumayı bilmedi. En başta kalbim ihanet etti bana. Celladım hep kalbim oldu. Ah kalbim, kan çıbanlı, kangrenli kalbim; dikenli labirentlerde kendini durmadan kanatıyor, sonra da üşüyor... donma derecesinde üşüyorsun. İçindeki dehlizde kayboluyor, sonra da oturup ağlıyorsun. Dikenini hep kendine ve sevdiklerine batıran ve hep bir elma şekerine kandırılan aptal bir çocuk gibisin. Bir elma şekerine kanan aptal bir çocuksun. Kandırılmanın diğer adı aşktır çocuk! Onca kandırıldıktan sonra, bunu hâlâ öğrenemedin mi çocuk? Bütün sevdaların yanıtsız bitti. Yanıtsız sevdaların geceler boyu kanattı ve ağlattı seni. Sabaha değin, geceleri bir tufan gibi yaşayan çocuk, sabahın ilk saatlerinde üşüyerek ve umarsızca kendine sarılıp yattın. Sonunda şizo-depresif oldun çocuk!

Bir zamanlar karımdın benim. Arkadaşım; şimdiyse yabancımsın, yani hiçbir şeyimsin. Sapı kırılmış ve hep kanayan bir karanfilsin Arkadaşım. Cüzdanları büyük, beyinleri küçük insanların elinde elden ele dolaşan, sapı kırılmış ve hep kanayan karanfilsin. Benim onurlu karanfilim değilsin artık! Alkol ve sperm kokan gecelerde, kırık ve hep kanayan onursuz bir karanfilsin artık.

Yaralı bir güvercini sarar gibi seni bağrıma basmaz mıydım?! Gözlerini onarmaz mıydım... onarmaz mıydım?!

Oysa sesin çoktan eskidi. Artık, bedenimin bir parçası olmayı bırak, beynimin ve bedenimin fazlasıyla yabancısısın Arkadaşım.

Sesime ses katan yok; sesimin yankısı yok Arkadaşım. Yapayalnız kalıyorum sokaklarda, meydanlarda Arkadaşım. Portatif bir hayatı koltuklarımın arasına katlayıp, kentten kente sürgünlüğümü başlatıyorum. Ama her kent aslında bir portatif hayat Arkadaşım. Her kent yıkıcı bir yalnızlık, her kent kahreden bir keder. Bu kentler, bu ülke bitmiş Arkadaşım. Sağımı, solumu, ülkemi bilmiyorum artık. Ülkem nerede Arkadaşım?!

Bu sokaklardan, bu kentlerden, bu ülkeden başka gideceğim bir yer yok Arkadaşım. Biz bu ülkenin sokaklarında eskiyerek ve eksilerek kayboluyoruz! Gidecek başka da bir ülkemiz, başka da bir halkımız yok Arkadaşım! Bu ülkede kimi zat-ı muhterem ve muteberlerin payına devrime yatırılmış alkole meze kadınlar düşerken, bizim payımıza pimi çekilmiş, patlamaya hazır bomba gibi bir yürek ve acılar düşüyor Arkadaşım. Ah sevgili yurdum... ah sevgilim..!

Artık kimseye sevgilim diyemiyorum Arkadaşım. Artık üşürken kimsenin elinden tutamıyor, kimseye sokulamıyor, kimsenin göğsüne sığınamıyorum. Kimsenin elini tutamıyorum; tutsam kirlenir, tutmasam üşür ellerim. Yüreğim kirlenir, yüreğim üşür.

Duygularla birlikte şiir de bitti, Arkadaşım!

Yıldızlar hızla kirlenerek teker teker dökülüyor. Yıldızsız bir gökyüzü neye benzer, bir düşün Arkadaşım! Yıldızlar ve şiirle birlikte sen de bittin. Artık öksüzüm, gayri kimsesizim Arkadaşım. Artık şiir yazamam; seninle birlikte şiir de bitti Arkadaşım. Seninle birlikte ben de bittim.

Bütün yollar beni sana getirdi, bütün yollar sana çıktı Arkadaşım. Oysa şimdi hiçbir yol beni sana götürmüyor. Şimdi ben nereye giderim ki Arkadaşım? Bütün yollar ayrılığa, yani sensizliğe çıkıyor Arkadaşım. Sana çıkan hiçbir yol bilmiyorum. Hangi sokaklar sana çıkar, bilmiyorum. Artık hiçbir şey bilmiyorum.

Artık ürkek, tedirgin ve telaşlı sevişemeyeceğiz. Artık seni içime alırcasına sıkı sıkı kollarımla saramayacak, içime hapsettiğim, sır gibi sakladığım duygularım yüreğimi kanatmayacak ve ben gizli gizli ağlamayacağım. Artık sen uyurken, gizlice tenine ve terine titrek öpücükler konduramayacağım. Şimdi artık bir başka yanacağım, bir başka kanayacak yüreğim. Bir başka delireceğim sensizliklerde.

Murathan'ın dediği gibi: "Oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim / Ben sende bütün aşklarımı temize çekmiştim"..." Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana / Bütün kazananlar gibi / Terk ettin."

* * *

Ben fahişeleri severim Arkadaşım, hem de çok severim. Fahişelerin yürek ve beden fahişesi olarak ikiye ayrıldığını biliyor muydun Arkadaşım? Vücutlarını (ama sadece vücutlarını) çaresizlikten satan ama yüreklerini kendilerine saklayan fahişeler, aslında sahte fahişelerdir ve dünyanın aslında en ağır, en dürüst, en namuslu işçileridir bunlar. Yürekleriyle birlikte vücutlarını ya da bir başka deyişle, vücutlarıyla birlikte yüreklerini (ki daha başka her şeylerini) de satanlarsa gerçek fahişelerdir ve toplumun en namuslu, en ahlâklı, en dürüst geçinen en kalabalık güruhudur bunlar! Sen gidip bunların arasına dizildin Arkadaşım. Ve bütün sözler kirlendi!...

Bunca kirlenmişliğin ortasında kim var seni gerçekten sevecek, böyle sevecek kim var?!

Artık kimsesiz bir çığlık yüreğini keskin bir bıçak gibi yırtıp geçmeyecek. O öksüz ve köksüz yüreğin, hep aynı kirlenmiş göğe bakıp, çırpınıp duracak... Ve umarsızca susacak. Hep susacak. Benim şaşkın ırmaklarım artık senin içinden geçmeyecek. Hızla kirlenen yüreklere ırmak gibi, yağmur gibi, rüzgar gibi aşklar yaraşmaz Arkadaşım.

Aşk artık bitti, Arkadaşım!

Ah be Arkadaşım, aşklar öylesine kirlendi ki, fahişe yürekler aşkla masturbasyon yapıyorlar artık. Korkunç bir mistifikasyonla yaşayan yürekler, hep yalnızlığın ve mutsuzlugun kör ve karanlık duvarına çarpmak zorundadır. Bu nedenle, sahte aşkların diğer adı hüsran oluyor. Kirlenen yürekler, kirlerini başka yüreklere de bulaştırıyor. Her geçen gün aşk daha da kirleniyor. Aşk yetimdir artık; aşk öksüz ve köksüzdür... Aşk kimsesizdir artık, sahipsizdir. Kirlenmiş yüreklerde yaşayan aşk değil, koskocaman bir yalandır / talandır.

Camus, "Bir şey elde edildiğinde yitirilmiştir" diyor. Oysa artık aşk elde edilmeden yitirilmiştir Arkadaşım!

0 yorum  

Tahrif ve Tahrip Ediliyor Hayatlarımız

Mahmut AYAZ
"O gitti bir sevdaya yasladı kendini
Ben kaldım yalnızlıkla karşıladım her şeyi"
Refik Durbaş


Sustum, sustukça sesim kanadı. Bu yitik kentin kimliksiz ve yalnız kalabalığında ya da kalabalık yaüstü örtülü bir acıyı aykırı bir sesle deşmek değil midir Arkadaşım?! Esmer yüzümde sessizliğimi taşıdım bilinmeyen kentlere; sustum, sustukça kanadı sesim.


Sen de sustun Arkadaşım, sustukça yalnızlığında, kanayan sesin dargın suskunluğuma aktı usulca. Suskunluğumuz çoğaldı yaralı tarihimizi kanatarak; gözlerim kanadı. Biliyor musun Arkadaşım, her şey ama her şey büyütüyor suskunluğu, durmadan uykularımı kanatarak.

Yoz ve uyuz bir kentin karanlık, daracık, tenha sokaklarında seni öksüz bir çocuk gibi bırakıp uzun ve bilinmeyen yollara düşerken, ülserimden, yüreğimden ve gözlerimden kan sızdığını nereden bilecektin? Bu yalnız kentin solgun mevsimlerinde gizli gizli kirlendiğimi, yüreğimin durmadan kızgın demirlerle deşildiğini, özlemlerimin hoyratça kanatıldığını, bu kentin yağmurunun, rüzgarının, gecesinin, gündüzünün, her şeyinin ama her şeyinin gizli ve korkunç bir ölüm olduğunu ve benim yaralı bir serçe gibi apansız bu cüzzamlı kenti neden terk ettiğimi nereden bileceksin? Bu kentin hep bir eksiklik, yarımlık, yanlışlık, kimsesizlik, hep bir yalnızlık, hep bir düş kırıklığı, hep yavaş yavaş küçük bir ölüm olduğunu nereden bileceksin?

Teninin tenime, soluğunun soluğuma bunca sinmişliğinde, bir türlü yanlışlığının ayırdına varmayan ve suskunlukla yanlışlığını, sessiz çığlıklarıyla acılarını büyüten ve her akşam boğazıma düğümler atan bu kenti bir gece ansızın ateşe verip, acı bir çığlık gibi sessizce hüznümü alıp kaçtım büyük yalnızlığıma. Aşkın yüceliğinin, cinselliğin kutsallığının hiç önemsenmediği, her şeyiyle kirletilmiş, her şeyin iğdiş edildiği bu zavallı kentte herkes ne kadar yalnız, ne kadar bencil, ne kadar ikiyüzlü olduğunun ayırdında bile değil. Oysa yanılsama ve mistifikasyon, derin bir yalnızlık ve gizli bir ölüm değil midir Arkadaşım?

Yalansız, çıkarsız, koşulsuz sevmeyi bilmeyen, mutluluğu bir eşya gibi satın almaya çalışan, yürekleri nasır, beyinleri pas tutmuş insan taslaklarının arasında, hazin hazin yaprak dökerek, hızla kuruyan bir ağaç gibi yaşayamazdım Arkadaşım. Anlamlı suskunluklarda çoğalmanın hazzını bilir misin Arkadaşım, sessizliğin sesini bilir misin? Kuru gürültülerden, kalabalık ağızlardan, anlamsız seslerden sessizliğe sığınmak çok mu tuhaf?

Evet, diğer adı yalnızlık da olsa, sessizlik istedim Arkadaşım, sadece sessizlik...

Yüzümde hep sessizliğin sesi kanar!

Dostlar gelir, dostlar gider kederli yüreğimden, ayak izlerini bırakarak usulca. Dargınlığımın, dalgınlığımın, daralmışlığımın, onurlu suskunluğumun altında, kahreden bir keder kanatır yüreğimi. Bu yüzden, yüzüm hep hüzün. Bu yüzden, yüzümde sessizliğin sesi hep durmadan kanar.

* * *

Anılar mı Arkadaşım? Cenap Şahabettin`in dediği gibi; "Anılar, kocayan beyinlerin koltuk değnekleridir." Anılar, zaman zaman kabuk bağlayan ama hep kanayan yaramdır benim. Anılar biraz aldanmışlık, biraz düş kırıklığı, biraz aydınlık bir umut, biraz doyumsuz bir mutluluk, biraz tedirgin ellerin, biraz hüzünlü gözlerin, biraz kendi ellerimizle boğduğumuz ilk gençliğimiz, biraz yasak aşkımız, biraz gizli ve doyumsuz sevişmelerimiz, biraz kanayan özlemlerimiz, biraz ihanetin, biraz sen, biraz ben, yani çokça onurlu ve yaralı tarihimiz...

Anılardan sonrası mı Arkadaşım? Konfiçyus`un dediği gibi; "Elmas nasıl yontulmadan mükemmelleşemezse, insan da acı çekmeden olgunlaşamaz."

Anılardan sonrası uzun bir suskunluk ve bu suskunluğun ortasında büyüyen bir acı. Anılardan sonrası, yeniliksiz, tekdüze, heyecansız, cansız, onursuz günler, karanlık düşler, dalga dalga acısı yalnızlığın, bir türlü içi doldurulamayan büyük boşluklar, zamanın kederle aşındırdığı alnımda kırışıklıklar, sakallarımda dört mevsim ağaran acılar, derin bir uçurum gibi korkunç bir yalnızlık. Anılardan sonrası, yaralı ve durmadan kanayan bir tarih!

Anılar ve anılar sonrası yaşamak, yaşamak mıdır Arkadaşım?

* * *

Yüreğimde derin bir yara gibi ve her şeyini bırakarak çekip gittin. Ben kaldım yalnızlıklarda. Yüreğimde derin bir yara gibi apansız çekip gittin ve ansızın kanayan bir yara olarak çıkıp geldin. Kanım dondu damarlarımda, şaş kaldım. Yıllarca bir acıyı sessizce ve hep örselenerek büyüten yüreğim, bir kez daha kanadı gözlerinin hüznünde usulca susarak. Düşmemek için gözlerine tutundum. O hoyrat, o duyarsız kalabalıklardan örselenerek, yaralanarak gelip durmuştun karşımda tedirgin, ürkek ve mahcup. Bir düş kırıklığı, bir çaresizlik, bir onulmaz yalnızlık gibi gelip durmuştun karşımda, onurlu sessizliğimde. Acılarda boy veren kanayan özlemim, alnımdaki kederli kırışıklık, sakallarımda yasla ve acıyla ağaran onurum, dikenini içine büyüterek kanayan gülüm, acılarını yanık türkülerine akıtan, arsızca ve pervasızca her gün yağmalanan yasak ülkemdin benim. Şaşıra şaşıra şaş kalarak adresini bulmuş kederli gözlerin, acıların ağırlığıyla kırılmış kirpiklerin ilk gençlik düşlerini deneyerek tüm incimişliğiyle ve utancıyla, hüzünle gülümseyen ve bağışlayan gözlerime değince, dili tutulmuş ve şaşkın yüreğim, yani en hassas ve en güçsüz ve hep kanayan yerim, zavallı yüreğim, içimde bir şeylerin öldüğünü ve bir şeylerin yeniden canlandığını duyarak ve bu yükü kaldıramayacağını bilerek, içinde gizlice açan gülü herkesten saklayarak, yüzünü en ücra yerine gizleyerek apansız çekip gideceğini, bir büyük yalnızlığın yeniden başlayacağını tepeden tırnağa sızlayarak hemen anladı. Anladı ve karmakarışık duygularla sustu.

0 yorum  

Bilmem

en son neye küstüğümü hatırlamaya çalışıyorum - yok!
Çamurlu kaldırımda çöpe terkedilmiş kitaplara mı üzüleyim,
müziklerini çaldığım şairlere mi bilmem. Bildiğim, artık yoksun.
Elimi uzatsam- hani bir uzatsam taaa yakında biliyorum. Yosunlanmış,
yeşile aşık bir tutam saç gibi, ellerinde geleceğim. Ölüm korkutmuyor
beni, korktuğum yalnızlığım.
Ne sevmeyi özlerim en çok, ne kederli, yarıda bırakmayı kolamı. "-az
iç" derdin. Dinlemezdim. Kıllığına diil ha salt içmek istediğimden.
Hiç kızmazdın. Tıpkı o eski, o eprimiş, o naftalin kokulu sıcak
sonbaharlar gibi hatrımda gençliğimiz. Ne güzel dostlardık biz. Hem
herkesin ortasında bir yalnız kovboy, hem malatyalılar diyarında bir
amerikalı.
Oysa hiç bilemedik mesela biz, Los Angeles sokaklarının "aney aney"
diye bağıran bir türkücü çıkaramayacağını. Olsun! Bile bile ladestik
hayata.
Önce "evlilik" icat oldu ( mertliğin bozulması bile çok sonralara
denk düşüyor biliyorsun ), sonra boşanma. Ve tanrı çok kapsamlı
açıyordu insanın başına belaları.
Ne yanılmanın tadını hatırlıyordum işte- ne de baştan başlamaya
cesaretim vardı bişiilere. hepsi hepsi bir küçük hayat kırıntısı.
Kadınlarımızdan sakladığımız ufak bir hayat çalıntısı. Bilen biliyor,
bilmeyenin de... Neyse... Evet bilenler çok iyi biliyor, mezarının
başına çok sık gelmesem de, bedenin bedenimde- buna entellektüeller (
yoksa ruhbilimciler mi demeliydim ) "ruh göçü" diyor. yapma bunu
bana: bir rahatsız ruh bile fazla bu bedene.
hatırlarsın, terimizi çok başka bedenlerde ıslatırdık ama hep bir tek
kadınımız vardı hayatımızda. Sen ona aşık öldün, ben de diğerine.
Artık daha iyi biliyorum, acının yeni adı şiirdir varoşta. "kalk
gidelim" türküleri söylettiren adama, bir tek Tom Waits olamaz
kuşkusuz. Bir Erkin Koray, bir Cem Karaca var mesela- tabii Barış
Babanın yeri bambaşka.
Yalan, uçurtmalara karışır bir süre sonra, kahraman kasabaya geri
döner, hüzün bundan gayrı özümdedir. Yitirilen "zaman",
kazanılan "para" adını alır ve "aşk" hiç kuşkusuz, hiç kuşku duymadan
tadılacağı günlerin hayalindedir, içinde bir acı sitemle. Ve tabii,
en sevdiğin şarkı her daim dilinde :
"yağmurun elleri/ gitarın telleri yok/ sen de yoksun yanımda/
özlemişim çok... sen orada ben burda/ el ne karışır/ çok acele gelmen
lazım/ bize istanbul yakışır..."
Gökhanım, insanın tek dostunun - bırakalım bu ağızları hadi - insanın
tek "kanka"sının uzakta ve bir daha görünmeyecek olması, hafiften
mide bulandırıcı be oğlum. Önsözü olmazsa romanın, ööle roman olmaz
ki be oğlum. hadi be oğlum! Dön artık!!!

Geç kaldın baba; ne iş, Parsellerde kazı mı vardı?


(Yazi Sahibi Ugur Uludag)

0 yorum  

Özleme Dair - Can Dündar

Özledim seni...
Ayrılık yüreğimi karıncalandırıyor nicedir...
Beynimi uyuşturuyor özlemin...
Çok sık birlikte olmasak bile benimle olduğunu bilmenin bunca yıl içimi nasıl ısıttığını yeni yeni anlıyorum.
Yokluğun, hatırlandıkça yüreğime saplanan bir sızı olmaktan çıkıp sürekli bir boşluğa dönüşüyor.
Sabahlara seni okşayarak başlamaları, akşamları her işi bir kenara koyup seninle baş başa karşılamaları özlüyorum; oynaşmalarımızı, yürüyüşlerimizi, sevimli haşarılığını, çocuksu küskünlüğünü...
Nasıl da serttin başkalarına karşı beni savunurken; ve ne yumuşak, bir çift kısık gözle kendini ellerimin okşayışına bırakırken... ya da kolyeni çözdüğümde kollarıma atlarken...
Hasta olduğunda, o korkunç kriz gecelerinde günler, geceler boyu nöbet tuttuk başında... o şen kahkahalarına yeniden kavuşabilmek için sessiz dualar ederek...
"Atlattı" müjdesini kutlarken yorgun bedenindeki yaraları okşayarak, doktorun böldü sevincimizi:
"Yaşayamaz artık bu evde... Yüksek binalar ve beton duvarların gri kentinde" dedi, "O gitmeli... Ve kendine yeni bir hayat çizmeli..."
Bilsen ne zor, gitmen gerektiğini bile bile "Kal" demek sana...
...ne zor, senin için ebedi mutluluğun beni unutmandan geçtiğini bilmek...
...gitmeni asla istemediğim halde, buna mecbur olduğumuzu görmek ve sana bunları söyleyemeden "Git artık" demek...
"Beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk kavuşacaksın mutluluğa" demek sana ne zor...
...sesimi, kokumu çekip alıvermek beyninden, sesin, kokun hala beynimdeyken...
...seni görmemek ve belki yıllar sonra karşılaştığımızda bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden...
...yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek...
...ve sonra kendi ellerimle bindirip seni yabancı bir arabanın arka koltuğuna, birlikte güneşlendiğimiz onca yazı, yan yana titreştiğimiz onca kışı, paylaştığımız bunca acıyı, onca kahkahayı ve bütün o uzak yeşillikleri katıp yorgun bedeninin yanına, arkadan pişmanlık gözyaşları dökmek ne zor...
...ne zor hiç tanımadan seni emanet ettiğim bir şoföre "Hızla uzaklaş buradan ve gidebileceğin kadar uzağa git" demek...
...yokluğunu beklemek, ne zor...
Bunları düşündükçe, şu anda uzaklarda bir yerlerde üşüdüğünü sezinleyerek panikliyorum. Bütün engelleri aşıp, terk edilmiş caddeleri, kimsesiz sokakları, yalnız bulvarları arşınlayarak sana ulaşmak, sessizce başını okşamak, kulağına sevgi sözcükleri fısıldamak ve yavaşça üzerini örtmek geliyor içimden...
Paylaştığımız bir mazinin, yitirdiğimiz bir geleceğe dönüşmesinden hicran duyuyorum.
Gizli gizli hüzünlendiğim akşamlardan birinde, terk etmişlere özgü bir terk edilme korkusunu da yüreğimin derinliklerinde duyarak sana koşmak, yaptıklarım ve daha çok da yapamadıklarım için özür dilemek ve "Dön bebeğim" demek istiyorum:
"Geri dön... Kulüben seni bekliyor..."
CAN DÜNDAR
aydankrm@

0 yorum  

Bir Anı

BİR ANI
Simdi bu benim hatun esine az rastlanir cinsinden bir hatun olur. Eskilerin "nevi sahsina münhasir" dediklerinden. Macerasi da boldur. 1993 yilindaydik. Uzunca bir dönem kullandigim Ford Taunus arabami bir beyaz Saab ile degistirmistim. Daha birkaç gün olmustu herhalde bir gece disari çiktik bir yerlere gezmeye gitmeye. Ben her ne kadar kredi karti filan gibi zimbirtilari bol kullanirsam da yanimda nakit para az oldumu pimpiriklenirim. Tam Sahray-i Cedit meydanindaki Is Bankasinin önünde durdum gecenin bir yarisinda. Herhalde yemege çikiyorduk ve de biraz da geç kalmistik. Hanima surdan biraz para çeksene dedim Bankamatigi gösterip. Homurdana homurdana indi. Benim bankamatik kartim olsa sen in diyecek de nakit para hazinemiz onun tekelinde. Genel kiyafet yönergesi abiye üzerine düzenlenmistir benim hatunun. Tabi bu düzenlemeyi yapan da bizzat kendisi. O gece de hatirladigim hafiften bir süslü kokos mertebesine ulasmis oldugu. O yüzden gece vakti yanlis anlasilip da uygunsuz teklifler almasin diye gözucu ile takipteyim. Allahtan bir dakika sonra önümüze yanasan beyaz bir Tempradan hanim hanimcik bir bayan inip o da Bankamatige gitti de telasim azaldi. O da geçti bizimkinin arkasina sira beklemeye basladi. Bizimkinin bir huyu vardir. su kollu kumar makinalarinda bile diyelim bir çekiste 20 jeton kazandi ise neme lazim diye biraz bekleyip birkaç da tokat atar makinaya. Belki bi 5 tane daha avantadan verir diye. Bankamatikten de parayi çekip makinaya hor davranmaya basladi. Nerde bu paranin faizi diyerekten. Alamayinca da sinirlenip söylene söylene arabaya dogru yürümeye basladi. Ben tabii ilk hücumu karsilamak üzere teyakkuz durumuna geçip hafif siper aldim. Gözucu ile düsmanin atis menziline girmesini izliyorum. Yanasti yanasti ama birden bire rota degistirdi. Söylene söylene önümdeki Tempraya yürümeye basladi. Ilk önce adama niye bu kadar yakin durdun filan gibi kizip benimd ilk hücumu savusturmami saglayacak diye bir sevinç dalgasi kapladi içimi ancak yürüyüs stili bana arabalari karistirdigini anlatiyordu. Uyarayim diye korka korka kornaya bir dokundum. Kafasini kaldirip kötü kötü bakti ve hedefine kararli adimlarla yürümeye devam etti. Kornaya bir kez daha bastim. Bu sefer ne söyledigini anlamak için dudak okuma uzmani olmak yetmez ayni zamanda küfür kapasitesinin de yüksek olmasi gerekirdi. Gene aldirmadi ve öndeki arabanin sag kapisini hizla açip kendini içeri atti. Benim saskin bakislarim arasinda sokak lambasinin isiginda kocaman ve kel kafasi paril paril parlayan adama dönüp söylendigini gördüm.
Bundan sonrasini onun agzindan aktarmam lazim.
- Tamam aldim parayi. Hadi yürü.
- ????
- Yürüsene be!! Baksana arkadaki pusta yiyecek sanki Korna çalip durdu pezevenk ben arabaya binene kadar.
- ????
- Bak hala çaliyor pust. Dur ben ne yapacam bak ona.
- ????
- Yürüsene be ne duruyorsun!! Bak selektörde yapiyor. Kavga mı çikartacan elin ibnesiyle. Yürü hadi.
Adam korka korka arabayi çalistirip vitese geçirip hareket edince ben ne oluyor yahu diye arabamla önlerine geçtim. Ben geçerken dudak hareketlerinden durumun hiç de iç açici olmadigini ayan beyan belli ediyordu hanim..
- Bak pusta geçerken bile bakiyor bana.
- ????
- Nasil açiliyordu bu arabanin cami siçayim bi çarkina da görsün.
- suradan hanimefendi.
- Aaaaaaa sen kimsin be?
Nihayet gördü herifi.
- Ne isin var senin bizim arabada?
- Ama hanimefendi bu araba benim vallahi.
- Neee. Kocam nerde peki?
- Bilmemki hanimefendi su korna çalan pust kocaniz olmasin.
- Dur. Dur surda be. Inecem ben.
- Hanimefendi zaten duruyorum.
Indi arabadan. Ben artik basima ne gelecegini filan umursamadan yerlere yatiyorum kahkahadan. Tam sirada adamin karisi geldi ve arabalarindan süslü püslü bir kadinin inip fiyatta anlasamamis bir tarzda kapiyi hizla çarptigini gördü.
Adamin yerinde olmak istemezdim dogrusu.
Yanarim yanarim güzelim Saabimi bir Tempra ile ve de lepiska saçli kocasini da bir kelle karistirdigina yanarim.
ekrem.gorur@

0 yorum